Wednesday, November 22, 2006

PREVIOUSLY ON LOST....



Geçen haftasonu muhteşem geçti...kadim dostlarımız niyan ve de delo jam'le Büyükada'ya gittik. ben hiç mi hiç gitmemiştim yapraklar sarı-kızılken, yerdeki çimenler çimen yeşiliyken, hava fildir fildir esintiliyken, pisilerin sayısı insanların sayısını geçmişken, deniz mavi-griyken....hem de hiç çıkmamıştım aya yorgi kilisesinin bulunduğu tepeciğe. bende olay lastik top-mangal olaylarının döndüğü ormanlık arazide son buluyodu. meğer asıl manzara başkaymış. o tepeden ufuk çizgisini görmek nefes kesiciydi. fayton sefası bi başka türlü oldu kış mevsiminde. renkler daha bi renk. atlar daha bi kıvrak. inanılmaz bi sessizlik hüküm sürer olmuş oralarda bu zamanlar. o görkemli evler de sus pus oturuolardı yazın yorgunluğunu atar gibi. onlar dinlenmicek mi. tepede yediğimiz ev emeğinin değmişliği anlaşılan lezzetli sofradan kalkmak istemedik hiç. ev yapımı kan kırmızı şaraplarımızı yudumlarken gökyüzü de siyaha döndü. dönmeseydi neler olurdu, biz ömrümüzün ne kadarlık süresini daha o tahta masaya hibe ederdik hiç bilemiyorum. bizden yüz bulup sürekli dibimizde biten kalıbı büyük ama gözüne toz kaçmış iri beyaz arkadaşı da çantamıza koyup evimize getiresimiz geldi. kendimi yurt dışına çıkmış, bi avrupa kentini dolaşıyormuş gibi hissettim.
arada bir bööle LOST olmak gerekio...

HASTASIYIMMMM!!!!!!!


There’s only so much you can learn in one place
The more that I wait, the more time that I waste
I haven’t got much time to waste, it’s time to make my way
I’m not afraid of what I’ll face, but I’m afraid to stay
I’m going down my own road and I can make it alone
I'll work and I'll fight, Till I find a place of my own
Are you ready to jump?
Get ready to jump
Don’t ever look back, oh baby,
Yes, I’m ready to jump
Just take my hands
Get ready to jump
We learned our lesson from the start, my sisters and me
The only thing you can depend on is your family
And life’s gonna drop you down like the limbs of a tree
It sways and it swings and it bends until it makes you see
Are you ready to jump?
Get ready to jump
Don’t ever look back, oh baby
Yes, I’m ready to jump
Just take my hands
Get ready to, are you ready?(Spoken:)
There’s only so much you can learn in one place
The more that you wait, the more time that you waste
I'll work and I'll fight till I find a place of my own
It sways and it swings and it bends until you make it your own
I can make it alone(my sisters and me) (repeat 7x)
Are you ready to jump?
Get ready to jump
Don’t ever look back, oh baby
Yes, I’m ready to jumpJust take my hands
Get ready to jumpAre you ready to jump?
Get ready to jump
Don’t ever look back, oh baby
Yes, I’m ready to jump
Just take my hands
Get ready to, are you ready?

TROIS COULEURS:BLUEBLANCROUGE







Epey bi vaktimi aldı ancak aylardır rafımda bekletip izlemek için sabırsızlandığım üçlemeyi en sonunda tamamladım. Ve her biri üzerimde ayrı ayrı etki bıraktı. Krzylof Kieslowski'nin detaycılığının hastası oldum ki film izlerken kocaman büyütecimi alıp her kareyi didik didik etmeye bayılırım.
Fransız bayrağının renklerinin oluşturduğu bu üç renk; hürriyet, eşitlik ve kardeşlik temalarını içeriyor. Rouge=fraternité (brotherhood), bleu=liberté (liberty) ve blanc=equalité(equality).
BLEU de julliet binoche'nin yaşadığı derin acının rengi maviydi. başına korkunç bir olay gelmiş ama bu korkunç olayın yaralarını bandajlama kıvamındayken -içsel olanlardan bahsediyorum- inanmak isteyemeyeceği başka gerçekler çıkıo karşısına. kızının değil ama ölen eşinin yası başka bi boyut alıo bu gerçek ortaya çıktıktan sonra. mavi nin dinginliği, soğukluğu ve durağanlığı içinde öyle bi güçlü duruşu var ki julliet binoche un; teselli almaktan çok teselli verir kıvama geçio. üçleme boyunca kullanılan müzikleri de çok beğendim. özellikle mavi'nin melodisi kesinlikle bi efsane bana göre. oldukça melankoli modu, eğer filmin başlat düğmesine basarken yeterince melankoli modu yoksa sende bu müziğin yardımıyla kolayca moda gireceksin. önce tüm geçmişini yok etmeye çalışan -hatta buna ilk başta kendisi de dahil olmak üzere- sonradan olaylar ilerledikçe hakimiyeti yeniden eline alıp, ikinci hayatını inşa etmye başlayan güçlü kadın. julliet'ciğimin yeteneğini konuşturduğu filmlerden biri.
BLANC de de bi güç durumları var. öncesinde parası olmayan, yakışıklı olmayan, cinsel gücü olmayan ama güzeller güzeli, zengin ve tutkulu bi karısı olan bir adamı mahkeme salonunda eşinden boşanmak üzereyken görüyoruz. işler arka arkaya ters gitmeye başlıyor. kendisine yabancı olan ülkede, 5 parasız ve yapayalnız kalmış ve başına olmadık şeyler gelmeye başlamıştır. sonra cilveli kader bu bahtsız başrol adamının karşısına ilginç teklifini sunan orta yaşlı bi adamı çıkarır. ülkesine döner ama karısını aklından çıkarması mümkün değildir. zaman içinde o da kendi gücünü ilan ediverir ve iktidar için start verir. yaptığı fırsat değerlendirmeleriyle az zamanda bol parası olur ve herkesinde bildiği gibi para her şeyi ama HER ŞEYİ satın alır. o da öyle yapar. yani her şeyi satın almaya başlar. bu sonradan şansın güldüğü gencimizin eski eşinden aldığı intikam acı olur. onu kendi ülkesine tıpış tıpış getirtir. sonrasında da bahtsız kişi güzeller güzeli eski eş olur. demir parmaklıklar ardında deriin düşüncelere dalar...
ROUGE...bana kalırsa en darbeli bölüm. kırmızı benim rengim olduğundan mıdır bilmem ama bence en etkileyicisiydi içlerinde. açıkcası benim bi ara aklım karıştı. bi ara enteresan hikayeler anlatan yaşlı amcanın gençliği sandım film boyunca kızın yakınlarında dolanan ama bi türlü karşılaşmayan kıskanç sevigiliyi. burda olaylar baya bi çetrefilleşio. hatun kişi gayet masum masum işinde gücünde takılıodur. uzakdaki avukat adayı sevgilisi ara ara kıza paranoyak paranoyak telefon açıp kendisi aslında burnunun dibinde bi sarışınla aldatmaktadır masum ablamızı. kızcağız gardını alıp sakin sakin savunmaktadır da kendini sevgilinin bu iddialarına karşı. bi gün arabasıyla giderken bi köpeğe çarpar. bu olay onu yaşlı kurt casus amcayla tanıştırcaktır. onunla geçen konuşmalar silsilesinde aslında tek bi soru var: hangisi doğru? kim haklı? kim suçlu? kim masum? ilk önceleri birbirine gıccık dialoglar içindeki güzel kız ve yaşlı kurt sonrasında kaynaşırlar. kızın bi süreliğine İngiltere'ye gitmesiyle de dönüşte görüşmek üzere vedalaşılır.
bu üçleme hernekadar birbirinden bağımsız hikayelere sahip olsa da bazı noktalardan birbirine bağlanıyor. örneğin üç filmde de geri dönüşüm kutusuna iki büklüm kişi tarafından atılmaya çalışılan cam şişe durumu var. mavi de atamaz, beyaz da zorlanır ama hedefe ulaşır, kırmızı da ise valentine (irene jacob) beli bükük kişinin yanına giderek şişeyi kumbaraya atar. bunu yaparkende elinde kırmızı kağıda sarılı şişe tutmaktadır -çarpıcı bi detay-. üçlemenin sonuncusunun sonunda da üç bölümdeki başrol kadın ve erkek oyuncuları bir sahnede görüyoruz ve film bitiyooo....
aslında üç erkeğin hikayesi üç renk.
birincisi gözle görülebilecek kadar tutkuluydu*.
ikincisinin tutkusundan gözleri körelmişti*.
üçüncüsü gözlem tutkusundan körleşmişti*.
müziklerini zbigniew preisnerin yaptığı film(ler)
"blue, liberty; white, equality; red, fraternity... we looked very closely at these three ideas, how they functioned in everyday life, but from an individual's point of view. these ideals are contradictory with human nature. when you deal with them practically, you do not know how to live with them. do people really want liberty, equality, fraternity?" - writer/director krzysztof kieslowski

Saturday, November 11, 2006

YOU MUST BE CONCENTRATE!



Dün gece başlayıp bu sabah ancak tamamlayabildiğim -her zamanki gibi uykuya teslim olup:P- dark city hakkındaki görüşlerimi sunmak istedim....başlarda sıradan bi klasik film edasıyla başlayıp ortalarda ne olduğu belirmeye başlayan, sonunda da darbeyi vuran film...matrix le olan benzerliği su götürmeyen bu filmde matrix den daha derin bişi anlatmaya çalışılmış bana kalırsa. Matrix i bütün o görsel efektlerden arındırdığımızda geriye kalan konunun özünü dark city güçlü bi etkiyle veriyor .
Aslında bütün anlatılmak istenen şu ki: hedefini belirle, tüm enerjini ona yönlendir, konsantre ol, düşüncelerini tek bi noktaya odakla ve önüne çıkan tüm düşman ve engelleri içindeki bu güçle alt edip kendi dünyanı yarat...-create your own world-bu çağda herkes buna yönelmiş durumda...discovery de izlediğim bazı belgesellerin konusu bu, günümüzün önemli felsefecileri buna kafa patlatıo ve bu konuda sınırları olabildiğince zorlamaya çalışıolar. yaşadığımız dünya bize yetmez oldu...dar gelir olduk...kabımıza sığamaz taşar olduk...sorgulama başladı...bu yaşadığımız dünya, dünya değilse? Ben, ben değilsem? Annem, annem değilse? hergün alışveriş yaptığım marketteki kasiyer, kasiyer değilse? evimin duvarı, evimin duvarı değilse?.................hepimiz bi truman show un içinde buluverirsek kendimizi.....
Yaşadığım derin acının ardından ben de aynen böyle hissetmiştim kendimi...etrafdaki her şey; evler, arabalar, taş parçası, çimen, sinek.....her şey sanki köpükten yapılmış sahte bi maket gibi görünmüştü algılarıma bi süre...
o tuhaf giyimli, kel kafalı, kanı çekilmiş, uçan, kaçan , saldıran amcalar topluluğu yaratıcıyı temsil edio bence...yaratıcı ve bilinmeyen güç....yaratıcı gücü elimine edip kendini silkeleyerek, "hulen, nooluyoruz! Ben nerdeyim? Kimim?" demeye başladığın an kafandaki shell beach in fotoğrafı belirmeye başlıo ve onu yaratmak ve oraya ulaşmaya çalışmak için çaba sarfetmeye başlıosun....sana sunulanla yetinmeyip senin istediğine varmaya çalışmak....hayatdaki en önemli çaba bana kalırsa.....
İş yerinde etrafını çevreleyen insanlar topluluğu sana çok mu uzak, yaptığın iş seni tanımlamıyor ve sana bir şey katmıyor mu, sevgilin seni anlamanın yanından bile geçemior mu, giydiğin kıyafetler -ki aslında senin üniformandır, hakkında bi çok ipucu verir- seni yansıtmaktan çok mu uzak.....o zaman senin için silkelenme vakti gelmiş......sadece konsantre ol, yok et ve yeniden yarat.....kendi dünyanı yarat dayatmalar olmaksızın...olay bu!
Filmin son sahnesi de benim için şaşırtıcıydı....geçenlerde reQuiem for a dream i izlemiştim....başroldeki jennifer connelly'yi requiem for a dream'in son sahnenin neredeyse birebir aynısını canlandırdığını görünce şaşırdım ve tesadüfün bu kadarı olabilir mi diye düşündüm ister istemez. Denize doğru uzanan tahta iskele ve uzaklara dalıp giden kız...Ayrıca bar da sway i seslendirme sahnesi ile de beynime kazındı kendileri....
Dark city 1998 yapımı bi film. matrix in yapımına ise 1999 da başlandı. ben bu iki filmi izlediğimde ise sanki arada 10 yıl varmış hissine kapıldım. Matrix çılgınlığının yanında arada kaynayıp gitmiş bi film....olayın baş kahramanı john murdoch'ı canlandıran rufus sewel yine başarılı oyunculuk çıkarmış. Kiefer Sutherland'ın da ondan aşşa kalır yanı yok ve hatta ondan daha iyi.
Acebaa günümüzde ya da ilerde anı yüklemesi mümkün olabilecek mi ki?...ne ilginç sonuçları olurdu bu durumun....
Filmin sonu ticari kaygılar nedeniyle değiştirilmiş....
Kısaca bilim-kurgu türünün en önemli parçalarından biri bence bu film. Geçmişten esinlenebileceği çok az şeyi alıp geleceğe daha önce eşi görülmemiş bi konu aktarmış. 12 monkeys ve se7en filmleriyle de benzerlikleri bulunuyor. şehrin karanlığı, insanın yalnızlığı ve geçmiş sorgulamaları ve geleceğin inşaası hakkında dadından yenmeyen bi film olmuş....
FİLMDEKİ BAZI İPUÇLARI:
*"i feel like i am living out someone else's nightmare"..
*filmin başında coming soon: book of dreams yazar. sonunda ise now playing book of dreams der.
*adam uyandıktan sonra giyinirken sandalyenin üstünde olmayan bir ceketi nerden bulupta giyiyor?
*biraraya gelip, konsantre olan, dudakları titreyerek, kocaman kocaman binalar yapabilen uzaylılarımız nasıl oluyor da yangın merdivenine sıkışan paltosunu kurtaramayıp can veriyor?*matrix de trinity in filmin basinda catidan catiya atladigi sahne aslinda bu filmin setinde cekilmistir.
*filmin basinda john murdoch in kaldigi odanin numarasi 614. bir de sole bir sey var belki alakalidir, incil' de john 6:14 adli bolum gelecek olan bir kurtaricidan bahseder.
*filmi seyrederken soracağımız sorular neden?..şeklinde olursa filmin akışından rahatsız olabilirsiniz. çünkü film nedenlere bağlı olarak gelmişmiyor. sonuçlar ve kontrolsüzlük sonucu insanların kaderlerinin, hayatlarının onların elinden nasıl alındığına dair bize ufak bir tanrıcılık oyunu sergileniyor. aslında ilk seyredildiğinde şu da düşünülebilir: eğer bir yaratan varsa bu yaratanın bizim ufacık akıllarımızın içindekileri zırt diye silip onları yeniden yazıp bizi aslında şu anda bulunduğumuz tüm herşeyden alıp başka biri yapmaya gücü varsa, nerden bilelim bizim binlerce defa hayat değiştirmediğimizi?...işte bu soru çok ürkütür o anda insanı. yani siz kendi normal yaşantılarınız içinde bir tanık koruma programı dışında ilahi bir varlık tarafından alınıp tüm geçmişiniz yokedilerek yeni biri olsanız ve zaman denen kavram da buna dair bükülmelerini yapsa, bambaşka biri olarak yaşayabilirsiniz. buna imkan var aslında. ama biz kendi kabuklarımızın içinden sıyrılmayı öyle kolay kolay seçmeyiz. bizim yerimize bizi vareden şey bizi zaten değiştirir, yontar, semirir. buna razı oluruz ya da bilmeden buna değiştim ben deriz..kontrol..işte filmin ana konusu bu aslında. kontrol ve güç nerdeyse ve kimdeyse o artık efendidir. sadece bilemediklerimizin peşinden gidersek hayatlarımız heba olur öyle değil mi?..sadece soru soran sokrates hakettiği şeyden çok uzak biçimde öldürülmüştür. binlerce örneği vardır bunun. soru sormadan uyuz eşşekler gibi yaşa..öyle yaşa ki canın hiç yanmasın. sıkıcı bir hayat mı?..bu da gelir bu da geçer canım nesi varmış...ama işte soru sorarsan, shell beach nerde diye ısrarla dibine kadar kazırsan olacaklar da budur. azmetmeden, çaba sarfetmeden evrende tek bir sırra dahi vakıf olamazsın. tüm bunlar düşünüldüğü zaman insanın aslında ne kadar aciz ve güçsüz olduğunu da gösterir bu film. ama biri çıkar, tüm bunları değiştirir. o da bir insandır halbuki. al sana paradoks..neyiz ulan biz nerden geldik nereye gidiyoruz diyerek cinnet geçirmeden önce son söyleyeceğim şudur ki karanlık bir şehirdesiniz siz de aslında. ölene dek de bunu öğrenemeyeceksiniz.
*john murdoch bir gece uyandiginda kendini hafizasini yetirmis bir sekilde, param parca edilmis bir kadin cesedi ile ayni odada bulur. murdoch tum film boyunca gecmisi hatirlamaya calisirki gelecegini degistirebilsin. bu sehirde saat on ikiyi vurdugu an , her sey durmaktadir ve etrafda siyah giysiler icinde gezinen gizemli adamlar, sehirdeki insanlarin gecmislerini ve anilarini degistirmektedirler. bu gizemli adamlarin guclerinin tam siniri anlasilmadigi gibi, sirf elerini kaldirip "sleep" (uyu!) emrini verdikleri anda karsilarindaki herkes direkten uykuya dalar, transa gecer. yakin zamanda murdoch bu zaman durmalarindan etkilenmediginin farkina varacak, ve sahip oldugu "will power"(irade gucu) ile zamani degistirip dark city'in esrarini cozmeye calisicaktir.murdoch mitolojide cok rastlanan, kelimenin tam anlamiyla ,dark city filminin, trajik kahramanidir. nitekim mitoloji de murdoch'a en benzeyen karakter oedipus dur. oedipus gelecekte annesi ile yatip babasini oldurucegini ogrendikten sonra ,tum hayati boyunca yasamis oldugu sehri terk ederek, kendine yine bir gelecek bulmak umidi ile yollara duser. fakat sonunda anlar ki, ne yapsa yapsin gelecek yazilmistir ve degistirilemez(mi acaba?). aslinda gelecegin yazilmis olmasi demek insanin ozgur iradesi olmadigi anlamina gelmez. mit boyunca oedipus herseye kendi ozgur iradesi ile karar vermistir ve nitekim de kacmakta oldugu geleceginden kacamamistir, ama bunun sorumlusu da kendisidir. dark city deki murdoch karakteri odepius un aksine gelecekle degilde gecmisle bogusmaktadir. ama iki olayin da anlatmak istedigi sey aynidir aslinda; insan kendi gelecegini secebilir, yarindan ne cikaracagi insanin elindedir. filmde mudoch'in zamani degistirebilme gucunun ismininde : "will power" (irade gucu) olmasi bu yuzdendir ki. film de murdoch irade gucunu kullanarak herseyi degistirmeye ve gunesli bir gelecek yaratmaya calisir. bu temayi daha fazla irdelemek gekirse, $u sonuc cikarilabilir: hayatimizda ki basarisizliklarinin hepsinin sebebini etrafimizda ki insanlarda degil de kendi icinde aramamiz gerekmektedir. bize dogustan verilmis olan irade gucunu nasil kullanacagimiz bizim elimizdedir. bu yuzdendir ki film aslinda bayagi varoluscudur (varolusculuk bize der ki elmanin elma olmak disinda bir sansi yoktur ama insanin kendine verilenlerle neler yapacagi onun elindedir sadece).insan dark city'i izledikten sonra sahip oldugu secenekler biraz da belirgin oluyor goze. simdi ya biz uyudugumuz uykuya, hic bir zaman uyanmadan devam ederiz , ve asla kendi bireyselligimizi kazanamayiz, ki zaten bu da toplumun i$ine gelir. cunku herseyi sorgulayan bir bireyin toplumun parcasi olmasi neredeyse imkansizdir. uykumuz devam ettigi surece basimiza gelen her kotu sey icin toplumu, ailemizi ve de daha kolayi devleti suclariz: "ailem beni daha iyi yetistirmis olsa mutlu bir insan olurdum, bana cocukken daha az kizsalardi daha caliskan biri olurdum, kendime guvenim daha cok olurdu"...ve bu keskeler sonsuza kadar gider. ne de olsa uyanmak zor, herkes bizim uyumamizi istiyor, onumuze bir yigin engel cikacak yolda. uyanirsak tekrar uyutulma sansimiz var, kim ugrasak o kadar seyle deyip misil misil uykuya devam! ya da uyanip , davranislarimizin bilincine varip, gecmisi gelecekle bagdastirmadan, gelecegi degistirmek icin elimizden geleni yapariz. fakat simdi :sleep!

Monday, November 06, 2006

UZUN ZAMAN SONRA....

Gelen yoğun istek üzerine yine sahnelerdeyim...
bu kadar uzun ara verince de insan nereden başlayacağını şaşırıyor. bu blog un anlamı ne...uzun süre göremediğin insanların senden haber almalarını sağlamak mı...kendini ve seni bilen bilmeyen insanları eğlendirmek mi...kendinin-sadece kendi kısa tarihini tutmak mı ki bu oldukça zor: çünkü diplerindekileri yayınlayamayacağın kadar aleni bir ortam burası...fazla aleni...o nedenle bazen günlüklerimi özlüyorum...içimdekilerin hepsini tüm siyahlığıyla ve tüm pembeliğiyle kustuğum günlüklerimi...acaba onların akıbeti ne olacak....ben öldükten sonra ya da ben yaşıoyorken birileri tarafından ele geçirilecekler mi....ele geçirildikleri sırada o kişinin merakını, ilgisini ne kadar çekecek...ele geçiren kişinin onları okuyacak kadar zamanı olacak mı....her neyse...bu blogun tek amacı benim yazı yazmaya başladığım anda yazmak istediklerim...ewet....tek amaç bu....kendim için....
kısaca özetleme ihtiyacı duydum aradaki boşluğu:
uzun ve karmaşık bi tatil silsilesi geçirdim bi bölümünü burada anlattığım üzere...arada kısa bi istanbul molasından sonra fethiye faralya da dans kampı ki hayatımdaki en güzel ve en önemli katılımlardan biriydi...gerek modern dansın incelikleri -yıllardır yaptığım tekniklerin detaylarına inecek ve bilinmeyen faydalarını öğrenecek kadar bol vaktimiz vardı- gerekse oradaki sıradışı yaşam tarzı açısından....orası toplumun en küçük hali, microlaştırılmışı...komün hayatına ilk adım...tanımadııın bi grup her açıdan farklı -şehir,yaş,kültür,vs...-insanla bir arada yaşama deneyimi....en önemlisi de şuydu benim için: okul ve iş nedeniyle haftada en fazla bir/iki gün yaşayabildiğim dans tutkusunu hergün kesintisiz yaşamak nası bi duygu hep merak etmiştim...bedensel enerjim bunu kaldırmaya elverişli mi, onu hangi noktaya kadar zorlayabilirim, sınırlarım neler....ve bu kesintisiz 8 gün gerçekten de hem yaşam tarzı ve bakış açısı bakımından hem de dans tekniğinin oturması bakımından bana çok çok ii geldi...silkelendim...arındım...level atladım...reenkarne oldum....buna ne dersen de...ama kesinlikle işe yaradı...
hemen ardından denizliye geçip hayatımın bi başka dönüm noktasını gerçekleştirdim...benim üzerime kalan ihalelerden biri...geçmişimi bi kez daha paketlere ve kutulara tıkıştırma kararı almıştım....karar bi kere alındıktan, kesin olarak alındıktan sonra -hiç bi şüphe olmaksızın- gereken güç kendiliğinden içinde oluşuveriyor...insan kendisini bile şaşırtan, nerden geldiği anlaşılamayan içindeki sınırsız güç...onun düğmesine basıosun ve o zor süreç geçene kadar o senin yapman gereken her şeyi yapıp bitirio...işlem bittikten sonra da sen sanki bi hortuma yakalanmış, savrulmuş da sonra o dönüp dururken arkasından bakakalmış gibi hissediosun kendini...bu işin de üstesinden tek başıma geldim...irinli, kanlı, yaşlı oldu benim için...zor oldu...kendi ellerimle "o kişi" için yarattığım dünya düzenini yine kendi ellerimle yokedeceğimi düşünmemiştim hiç...anı olsun diye çöpe gitmesi gereken bazı şeyleri atamadım...ardından da istanbuldaki evi düzene sokma süreci geldi....
bunun ardından da deliler gibi gezme süreci...jazzy ile start verdiğimizden beri günışığında birbirimizi görememizin acısını bu boşluk sürecinde gezip tozarak geçirdik....klasik müzik, jazz, pop konserleri; arkadaş toplaşmaları; istanbul sokakları....film gibi...
o kadar çok gezdik ve geziyoruz ki işi bırakalı 5 ay geçmesine rağmen bende henüz hala bi sıkılma, bunalma söz konusu diil...daha bi kaç hafta önce yeni yeni hissetmeye başladım işe girmem gerekliliğini....bunun idrakına yeni vardım....durum o kadar içler acısı ve umutsuz ki kırmızı alarm zamanındayım...bu aralar bi hedef belirledim kendime.....bakalım ne kadarkalıcı olacak...ben artık kalıcı olmasından yanayım...iş kalıcı olsun, insanlar kalıcı olsun, dans kalıcı olsun, sevgili kalıcı olsun, yani kalıcı olsun:P
bu iş meselesi ayrı bi derin konu...çalışırkenki tüketim çılgınlığı mı çalışmazkenki iç huzuru mu? çalıştığın zaman hep fit olmaya koşulluosun kendini. hep sağlıklı olmalıyım, hep güzel ve temiz kıyafetler giymeliyim, makyaj yapmalıyım, sinemada vizyona giren bi çok filmi izlemeliyim, daha çok arkadaşımı görmeliyim, daha çok teknoloji yatırımı yapmalıyım, daha çok öğrenmeliyim, daha hızlı öğrenmeliyim, hep öğrenmeliyim, geride kalmamak için hep koşmalıyım.....aradan çıkış......diğer türlü: evdesin, sakin sakin, bi lokma bi hırka mantalitesi...kendini kimseye beğendirme çaban da olmadıı için o bi hırka da seni baya bi uzun idare edio...çok fazla bi telaşın olmadıı için o bi lokma da senin karnını fazlasıyla doyuruo, kış soğuğunda sabahın kör vakti yollara düşüp akşamın kör vakti donarak eve gelmek zorunda diilsin...durum böyle olunca hasta olma olasılığın oldukça düşük çünkü beslenme düzenin ve tüm basit yaşam kararların senin elinde...en önemlisi de stresden uzaksın...bi sürü gıccık insanla bi arada geçirmek zorunda diilsin kalan ömrünü...bütün gün zaten şimdiden kestiremediğin kalan zamanını izlenmesi gereken filmleri ve okunması gereken kitapları önem sırasına koymak ve takılmak....arada da dans tabii ki...
tüm bunlar bi yana çalışmanın şart olduu kanaatine varıosun...başlangıç noktasına geri dönüş...gelecek için daha umutlu olabilmek için...sigortanın vereceği 3 kuruşa muhtaç olacağın günleri düşününce insan ürperiyo...etrafında kimse yok ve sen yaşlısın...buna hastalık payını da ekleyince hayal etmek istemediğin tablo belirio zihninde....
yazmak mı yaşamak mı....insan yalnız ve depresif hissettiğinde daha çok yazabilio...yaşıyorken ve mutluyken bunu yazıya dökmek pek aklına gelmio insanın...yaşayıp geçiosun üstünden...o kadar dolu dolu yaşıosun ki yazmaya vaktin de olmuo....
sevgili jazzymoon; ii ki geldin girdin hayatıma...bulutlarımı kovaladın ellerinle...yeni bi ben yarattın...seni daha çok gördükçe daha çok özlüyorum...sevgili piny ye bi kere daha teşekkürlerimi sunmayı bi borç bilirim....gülücük hep dolaşsın etrafımızda....
son olarak;
yaşamayacak olması çok yazık.
ama zaten kim yaşıyor ki...
BLADE RUNNER