Monday, December 25, 2006

SİYAHİ....

sonsuz gece...beni karanlığının içine aldın...boğulmama ramak var....saatler aktıp geçmekte...zaman her ne demekse...gözyaşları içindeyim....bu nası bi gece...bu nası bi sıkışmışlık...bu nası bi çaresizlik....hiç bi yanıt yok....bu nası bi yalnızlık....bu nası bi düşünce....
ben nerdeyim....ben kimim...dünya olduğu iddia edilen yere ben ne zaman(!) ve nasıl düştüm...bu ne biçim bi masal....uyanmak mı iyi, hiç uyanmamak mı...uyumaya çabalamak mı, uyutulmak mı....
tarifsizim...
sayısı çözülemeyen sayıda düşünceler beynimi yiyip tüketti...çok fazlalar ve her biri diğeriyle çarpışıyor...irili ufaklı patlakcıklar oluşuo beyinciğimde....çoklar...
ey uyku tozu...gel de ruhumu bedenden ayır....bu nasıl bi işkence...
tatminsizim...
her gece olduğu gibi rüya aleminde gezintiye çıkar beni....dünyadakiyle birebir zıt rüyalar....
geçen gece yaşlı ve tanımadığım bi kadın beni gezegenin birinde yer alan evine götürdü....inanılmaz büyüklükte bir ev....sayısız odalar....eşsiz mimari.....odaların içinden geçen deniz....görülmedik tuhaf objeler....
dün gece insanlar gördüm....derileri şeffafdandı...içlerinde kan damarları ve kemikcikleri saydam şekilde gözükebiliodu....sonra bu insancıklar akışkan hale gelip bi masa formunu aldılar....hala kanları ve kemikleri gözükerek....
deliyim....deliri-yorum....
ey bulutların arasından çıkıp gelen moon....bu yolculuk nereye gider....yol boyu ışığın eksilmesin üzerimden....sensiz önümü göremem....sen varsın diye artık ölebilirim....bilebilirim yaşamayı da.....savurup savrula da bilirim....
anlamsızım.....
bu yalnızlık hep durur mu insanda....gitmeyen bi o mu var....kök salan....sarsılmayan.....
akılsız-mıyım....
ben neden uyamıyorum bu dünyanın düzenine....neden hep insanlar uyanıkken uyumayı seviyorum ve uyuyamıyoru onlar uyurken....karnım neden düzenli aralıklarla acıkmıyo ve hep aynı şeyleri istemio canım annemin olduu gibi....neden söylenen saatlerde bulunamıyorum belirtilen yerlerde.....neden telefon açamıyorum çok sevdiğim kan bağlantılılarıma da; kafamda o kadar hayal edip hatırlarını sorduğumu ve gerçekmiş gibi inanıyorum....neden kapı kapı dolaşıp onların hayatlarına bi süreliğine misafir olmak istesem de evimden dışarı adım atamıyorum....neden çürümeyi seçiyorum hiç bişey yapmayı her şeyden iyi becererek....neden bu dünyaya alacağım ya da borcum yok....neden hep kolayları tercih etmem.....neden zoru görünce bin türlü kararsız sorgulamam ve sonrasında 80 tane yumurtayı yolun ortasında öylece bırakıp kaçmam ve onların akıbetini, kimlerin eline geçeceğini düşünmemem....neden bu umursamazlığım....neden bu doğal dengeye inanışım....her şeyin bi şekilde kendi kendine yolunu bulacağına inanmam.....neden bu ifadesizliğim....anlatmak isteyip de anlatamamam....tariflemek isteyip de beceremem....neden hiç tamamlayamamam....hep başlamam ama bitirememem....neden bu açgözlülüğüm, doyumsuzluğum, maymunluğum.....
neden bu çıldırtıcı sessizliğim.....
neden bu cansıkıcılığım....
neden bu işe yaramazlığım....
neden hiç'liğim....
neden odaklanamıyorum....en ufak bi sarsıntıda neden devriliverio bütün puzzle parçalarım....neden yeniden başlamak yerine kendimi başka bi tercihin daha ii olacağına ikna etmem...
hayata karşı bu ilgisizliğim ve isteksizliğim nerede duracak....bu amaçsızlığın amacı ne ...neden bu kadar zor bu dünya mekanında her insanın yaptığı gibi oyalayıcı küçük işler bulup bunu sürdürememem....
neden aidiyetsizliğim....
neden hep devrik cümleler....
neden hep siyahi?


Friday, December 22, 2006

PROZAC NATION/AGAIN!!!


dvd den daha önce izlemiş olduum ve dün gecenin yarısı tv de görüp, rafda bekleyen film alternatiflerinden birini izleyecekken dümeni ters kırıp yeniden izlemekten kendimi alamdığım film.
artık biras eski kaçıo. her anlamda beni artık etkilememesi gerekirken birdenbire kendimden parçalar bularak bir kez daha izledim.
delimiydim, delirtildim mi?
bizim bu hallerimizin sebepleri anne-baba yükseksesleri. ben niye taraf tutmak zorunda bırakılıyorum ki. birinden biri var olmasaydı ben de varolmayacaktım. ben diye bişi hiç olmicaktı. bunu neden anlamak istemediler.
normal görünüp, çoook çalışıp, hep çalışıp, saçını süpürgeleştiren anne...
üzerine düşen her türlü irili ufaklı sorumluluktan kaçıp, ondan sonra da olur olmadık ortalara çıkıp duygu sömürüsü yapıp, EMEKin çalışıp yetiştirdiği ÜRÜNe kendisini şirin gösterek sahip olmak. bu haksızlık. hem de en büyüğünden. ürünün de baybenhiçbişeyebulaşmama yönelişi. bu çok kolay. çünkü o bağırıp çağırmıo, sadece sevgi gösterisinde bulunuo.
arada kalmışlık
ve ilaç...
"sorunların üstünü örtmek"
ewet...tek yaptıı bu...seni dalgalı seyir halinden düz bir çizgi moduna getirip bitkileştiren kimyasallar. bi müddet hayattan kopuş sadece.
hemingway'in fiesta 'sindan bir cumle : " gradually and then suddenly."
...yaşamın aklımızı kaçınılmaz olandan uzaklaştıran, uzun süren bir oyalanma olduğuna karar vermiştim.
kitaptan:
"...bazen alnımda bir '
dikkat kırılabilir' işareti yapışık olarak ortalıkta dolaşmak istiyorum. bazen insanlara, kuralsız bir dünyada, yasaları olmayan bir hayat yaşasam da, bunun, ertesi sabah üzülmeyeceğim anlamına gelmediğini anlatmanın bir yolu olsun istiyorum. bazen, insanların canları istediği zaman gelip gidebileceğini, gerçek zorunlulukların artık olmadığını söyleyen bu dünyanın suratına fırlatıp atabileceğim tek anlamlı protestonun bu olduğunu düsündüğüm için, depresyona gömülmek zorunda kaldığıma inanıyorum.

duygusal ve siyasal ilişkilerde aldatma ve ihanet tabii ki yeni bir şey değil ama bir zamanlar birini incitmek kötü ve acımasız sayılırdı. şimdi işlerin normal seyri, büyümenin bir parçası oldu. artık hiçbir şey şaşırtıcı değil

....zamanla yaşamımızın bir parçası olup da, uymaları gereken davranış kuralları olmayan insanların oluşturduğu upuzun listeye dost, ahbap, iş arkadaşlarını da ekleyebilirsiniz. zamanla herhangi bir şeye darılmak veya kızmak anlamsızlaşıyor, zaten ne bekliyordun ki?

...rus yazar alexander kuprin'in dediği gibi: 'beyler, gerçek dehşetin, artık hiçbir şeyin dehşet uyandırmamasında olduğunu anlamalısınız!'..."

Wednesday, November 22, 2006

PREVIOUSLY ON LOST....



Geçen haftasonu muhteşem geçti...kadim dostlarımız niyan ve de delo jam'le Büyükada'ya gittik. ben hiç mi hiç gitmemiştim yapraklar sarı-kızılken, yerdeki çimenler çimen yeşiliyken, hava fildir fildir esintiliyken, pisilerin sayısı insanların sayısını geçmişken, deniz mavi-griyken....hem de hiç çıkmamıştım aya yorgi kilisesinin bulunduğu tepeciğe. bende olay lastik top-mangal olaylarının döndüğü ormanlık arazide son buluyodu. meğer asıl manzara başkaymış. o tepeden ufuk çizgisini görmek nefes kesiciydi. fayton sefası bi başka türlü oldu kış mevsiminde. renkler daha bi renk. atlar daha bi kıvrak. inanılmaz bi sessizlik hüküm sürer olmuş oralarda bu zamanlar. o görkemli evler de sus pus oturuolardı yazın yorgunluğunu atar gibi. onlar dinlenmicek mi. tepede yediğimiz ev emeğinin değmişliği anlaşılan lezzetli sofradan kalkmak istemedik hiç. ev yapımı kan kırmızı şaraplarımızı yudumlarken gökyüzü de siyaha döndü. dönmeseydi neler olurdu, biz ömrümüzün ne kadarlık süresini daha o tahta masaya hibe ederdik hiç bilemiyorum. bizden yüz bulup sürekli dibimizde biten kalıbı büyük ama gözüne toz kaçmış iri beyaz arkadaşı da çantamıza koyup evimize getiresimiz geldi. kendimi yurt dışına çıkmış, bi avrupa kentini dolaşıyormuş gibi hissettim.
arada bir bööle LOST olmak gerekio...

HASTASIYIMMMM!!!!!!!


There’s only so much you can learn in one place
The more that I wait, the more time that I waste
I haven’t got much time to waste, it’s time to make my way
I’m not afraid of what I’ll face, but I’m afraid to stay
I’m going down my own road and I can make it alone
I'll work and I'll fight, Till I find a place of my own
Are you ready to jump?
Get ready to jump
Don’t ever look back, oh baby,
Yes, I’m ready to jump
Just take my hands
Get ready to jump
We learned our lesson from the start, my sisters and me
The only thing you can depend on is your family
And life’s gonna drop you down like the limbs of a tree
It sways and it swings and it bends until it makes you see
Are you ready to jump?
Get ready to jump
Don’t ever look back, oh baby
Yes, I’m ready to jump
Just take my hands
Get ready to, are you ready?(Spoken:)
There’s only so much you can learn in one place
The more that you wait, the more time that you waste
I'll work and I'll fight till I find a place of my own
It sways and it swings and it bends until you make it your own
I can make it alone(my sisters and me) (repeat 7x)
Are you ready to jump?
Get ready to jump
Don’t ever look back, oh baby
Yes, I’m ready to jumpJust take my hands
Get ready to jumpAre you ready to jump?
Get ready to jump
Don’t ever look back, oh baby
Yes, I’m ready to jump
Just take my hands
Get ready to, are you ready?

TROIS COULEURS:BLUEBLANCROUGE







Epey bi vaktimi aldı ancak aylardır rafımda bekletip izlemek için sabırsızlandığım üçlemeyi en sonunda tamamladım. Ve her biri üzerimde ayrı ayrı etki bıraktı. Krzylof Kieslowski'nin detaycılığının hastası oldum ki film izlerken kocaman büyütecimi alıp her kareyi didik didik etmeye bayılırım.
Fransız bayrağının renklerinin oluşturduğu bu üç renk; hürriyet, eşitlik ve kardeşlik temalarını içeriyor. Rouge=fraternité (brotherhood), bleu=liberté (liberty) ve blanc=equalité(equality).
BLEU de julliet binoche'nin yaşadığı derin acının rengi maviydi. başına korkunç bir olay gelmiş ama bu korkunç olayın yaralarını bandajlama kıvamındayken -içsel olanlardan bahsediyorum- inanmak isteyemeyeceği başka gerçekler çıkıo karşısına. kızının değil ama ölen eşinin yası başka bi boyut alıo bu gerçek ortaya çıktıktan sonra. mavi nin dinginliği, soğukluğu ve durağanlığı içinde öyle bi güçlü duruşu var ki julliet binoche un; teselli almaktan çok teselli verir kıvama geçio. üçleme boyunca kullanılan müzikleri de çok beğendim. özellikle mavi'nin melodisi kesinlikle bi efsane bana göre. oldukça melankoli modu, eğer filmin başlat düğmesine basarken yeterince melankoli modu yoksa sende bu müziğin yardımıyla kolayca moda gireceksin. önce tüm geçmişini yok etmeye çalışan -hatta buna ilk başta kendisi de dahil olmak üzere- sonradan olaylar ilerledikçe hakimiyeti yeniden eline alıp, ikinci hayatını inşa etmye başlayan güçlü kadın. julliet'ciğimin yeteneğini konuşturduğu filmlerden biri.
BLANC de de bi güç durumları var. öncesinde parası olmayan, yakışıklı olmayan, cinsel gücü olmayan ama güzeller güzeli, zengin ve tutkulu bi karısı olan bir adamı mahkeme salonunda eşinden boşanmak üzereyken görüyoruz. işler arka arkaya ters gitmeye başlıyor. kendisine yabancı olan ülkede, 5 parasız ve yapayalnız kalmış ve başına olmadık şeyler gelmeye başlamıştır. sonra cilveli kader bu bahtsız başrol adamının karşısına ilginç teklifini sunan orta yaşlı bi adamı çıkarır. ülkesine döner ama karısını aklından çıkarması mümkün değildir. zaman içinde o da kendi gücünü ilan ediverir ve iktidar için start verir. yaptığı fırsat değerlendirmeleriyle az zamanda bol parası olur ve herkesinde bildiği gibi para her şeyi ama HER ŞEYİ satın alır. o da öyle yapar. yani her şeyi satın almaya başlar. bu sonradan şansın güldüğü gencimizin eski eşinden aldığı intikam acı olur. onu kendi ülkesine tıpış tıpış getirtir. sonrasında da bahtsız kişi güzeller güzeli eski eş olur. demir parmaklıklar ardında deriin düşüncelere dalar...
ROUGE...bana kalırsa en darbeli bölüm. kırmızı benim rengim olduğundan mıdır bilmem ama bence en etkileyicisiydi içlerinde. açıkcası benim bi ara aklım karıştı. bi ara enteresan hikayeler anlatan yaşlı amcanın gençliği sandım film boyunca kızın yakınlarında dolanan ama bi türlü karşılaşmayan kıskanç sevigiliyi. burda olaylar baya bi çetrefilleşio. hatun kişi gayet masum masum işinde gücünde takılıodur. uzakdaki avukat adayı sevgilisi ara ara kıza paranoyak paranoyak telefon açıp kendisi aslında burnunun dibinde bi sarışınla aldatmaktadır masum ablamızı. kızcağız gardını alıp sakin sakin savunmaktadır da kendini sevgilinin bu iddialarına karşı. bi gün arabasıyla giderken bi köpeğe çarpar. bu olay onu yaşlı kurt casus amcayla tanıştırcaktır. onunla geçen konuşmalar silsilesinde aslında tek bi soru var: hangisi doğru? kim haklı? kim suçlu? kim masum? ilk önceleri birbirine gıccık dialoglar içindeki güzel kız ve yaşlı kurt sonrasında kaynaşırlar. kızın bi süreliğine İngiltere'ye gitmesiyle de dönüşte görüşmek üzere vedalaşılır.
bu üçleme hernekadar birbirinden bağımsız hikayelere sahip olsa da bazı noktalardan birbirine bağlanıyor. örneğin üç filmde de geri dönüşüm kutusuna iki büklüm kişi tarafından atılmaya çalışılan cam şişe durumu var. mavi de atamaz, beyaz da zorlanır ama hedefe ulaşır, kırmızı da ise valentine (irene jacob) beli bükük kişinin yanına giderek şişeyi kumbaraya atar. bunu yaparkende elinde kırmızı kağıda sarılı şişe tutmaktadır -çarpıcı bi detay-. üçlemenin sonuncusunun sonunda da üç bölümdeki başrol kadın ve erkek oyuncuları bir sahnede görüyoruz ve film bitiyooo....
aslında üç erkeğin hikayesi üç renk.
birincisi gözle görülebilecek kadar tutkuluydu*.
ikincisinin tutkusundan gözleri körelmişti*.
üçüncüsü gözlem tutkusundan körleşmişti*.
müziklerini zbigniew preisnerin yaptığı film(ler)
"blue, liberty; white, equality; red, fraternity... we looked very closely at these three ideas, how they functioned in everyday life, but from an individual's point of view. these ideals are contradictory with human nature. when you deal with them practically, you do not know how to live with them. do people really want liberty, equality, fraternity?" - writer/director krzysztof kieslowski

Saturday, November 11, 2006

YOU MUST BE CONCENTRATE!



Dün gece başlayıp bu sabah ancak tamamlayabildiğim -her zamanki gibi uykuya teslim olup:P- dark city hakkındaki görüşlerimi sunmak istedim....başlarda sıradan bi klasik film edasıyla başlayıp ortalarda ne olduğu belirmeye başlayan, sonunda da darbeyi vuran film...matrix le olan benzerliği su götürmeyen bu filmde matrix den daha derin bişi anlatmaya çalışılmış bana kalırsa. Matrix i bütün o görsel efektlerden arındırdığımızda geriye kalan konunun özünü dark city güçlü bi etkiyle veriyor .
Aslında bütün anlatılmak istenen şu ki: hedefini belirle, tüm enerjini ona yönlendir, konsantre ol, düşüncelerini tek bi noktaya odakla ve önüne çıkan tüm düşman ve engelleri içindeki bu güçle alt edip kendi dünyanı yarat...-create your own world-bu çağda herkes buna yönelmiş durumda...discovery de izlediğim bazı belgesellerin konusu bu, günümüzün önemli felsefecileri buna kafa patlatıo ve bu konuda sınırları olabildiğince zorlamaya çalışıolar. yaşadığımız dünya bize yetmez oldu...dar gelir olduk...kabımıza sığamaz taşar olduk...sorgulama başladı...bu yaşadığımız dünya, dünya değilse? Ben, ben değilsem? Annem, annem değilse? hergün alışveriş yaptığım marketteki kasiyer, kasiyer değilse? evimin duvarı, evimin duvarı değilse?.................hepimiz bi truman show un içinde buluverirsek kendimizi.....
Yaşadığım derin acının ardından ben de aynen böyle hissetmiştim kendimi...etrafdaki her şey; evler, arabalar, taş parçası, çimen, sinek.....her şey sanki köpükten yapılmış sahte bi maket gibi görünmüştü algılarıma bi süre...
o tuhaf giyimli, kel kafalı, kanı çekilmiş, uçan, kaçan , saldıran amcalar topluluğu yaratıcıyı temsil edio bence...yaratıcı ve bilinmeyen güç....yaratıcı gücü elimine edip kendini silkeleyerek, "hulen, nooluyoruz! Ben nerdeyim? Kimim?" demeye başladığın an kafandaki shell beach in fotoğrafı belirmeye başlıo ve onu yaratmak ve oraya ulaşmaya çalışmak için çaba sarfetmeye başlıosun....sana sunulanla yetinmeyip senin istediğine varmaya çalışmak....hayatdaki en önemli çaba bana kalırsa.....
İş yerinde etrafını çevreleyen insanlar topluluğu sana çok mu uzak, yaptığın iş seni tanımlamıyor ve sana bir şey katmıyor mu, sevgilin seni anlamanın yanından bile geçemior mu, giydiğin kıyafetler -ki aslında senin üniformandır, hakkında bi çok ipucu verir- seni yansıtmaktan çok mu uzak.....o zaman senin için silkelenme vakti gelmiş......sadece konsantre ol, yok et ve yeniden yarat.....kendi dünyanı yarat dayatmalar olmaksızın...olay bu!
Filmin son sahnesi de benim için şaşırtıcıydı....geçenlerde reQuiem for a dream i izlemiştim....başroldeki jennifer connelly'yi requiem for a dream'in son sahnenin neredeyse birebir aynısını canlandırdığını görünce şaşırdım ve tesadüfün bu kadarı olabilir mi diye düşündüm ister istemez. Denize doğru uzanan tahta iskele ve uzaklara dalıp giden kız...Ayrıca bar da sway i seslendirme sahnesi ile de beynime kazındı kendileri....
Dark city 1998 yapımı bi film. matrix in yapımına ise 1999 da başlandı. ben bu iki filmi izlediğimde ise sanki arada 10 yıl varmış hissine kapıldım. Matrix çılgınlığının yanında arada kaynayıp gitmiş bi film....olayın baş kahramanı john murdoch'ı canlandıran rufus sewel yine başarılı oyunculuk çıkarmış. Kiefer Sutherland'ın da ondan aşşa kalır yanı yok ve hatta ondan daha iyi.
Acebaa günümüzde ya da ilerde anı yüklemesi mümkün olabilecek mi ki?...ne ilginç sonuçları olurdu bu durumun....
Filmin sonu ticari kaygılar nedeniyle değiştirilmiş....
Kısaca bilim-kurgu türünün en önemli parçalarından biri bence bu film. Geçmişten esinlenebileceği çok az şeyi alıp geleceğe daha önce eşi görülmemiş bi konu aktarmış. 12 monkeys ve se7en filmleriyle de benzerlikleri bulunuyor. şehrin karanlığı, insanın yalnızlığı ve geçmiş sorgulamaları ve geleceğin inşaası hakkında dadından yenmeyen bi film olmuş....
FİLMDEKİ BAZI İPUÇLARI:
*"i feel like i am living out someone else's nightmare"..
*filmin başında coming soon: book of dreams yazar. sonunda ise now playing book of dreams der.
*adam uyandıktan sonra giyinirken sandalyenin üstünde olmayan bir ceketi nerden bulupta giyiyor?
*biraraya gelip, konsantre olan, dudakları titreyerek, kocaman kocaman binalar yapabilen uzaylılarımız nasıl oluyor da yangın merdivenine sıkışan paltosunu kurtaramayıp can veriyor?*matrix de trinity in filmin basinda catidan catiya atladigi sahne aslinda bu filmin setinde cekilmistir.
*filmin basinda john murdoch in kaldigi odanin numarasi 614. bir de sole bir sey var belki alakalidir, incil' de john 6:14 adli bolum gelecek olan bir kurtaricidan bahseder.
*filmi seyrederken soracağımız sorular neden?..şeklinde olursa filmin akışından rahatsız olabilirsiniz. çünkü film nedenlere bağlı olarak gelmişmiyor. sonuçlar ve kontrolsüzlük sonucu insanların kaderlerinin, hayatlarının onların elinden nasıl alındığına dair bize ufak bir tanrıcılık oyunu sergileniyor. aslında ilk seyredildiğinde şu da düşünülebilir: eğer bir yaratan varsa bu yaratanın bizim ufacık akıllarımızın içindekileri zırt diye silip onları yeniden yazıp bizi aslında şu anda bulunduğumuz tüm herşeyden alıp başka biri yapmaya gücü varsa, nerden bilelim bizim binlerce defa hayat değiştirmediğimizi?...işte bu soru çok ürkütür o anda insanı. yani siz kendi normal yaşantılarınız içinde bir tanık koruma programı dışında ilahi bir varlık tarafından alınıp tüm geçmişiniz yokedilerek yeni biri olsanız ve zaman denen kavram da buna dair bükülmelerini yapsa, bambaşka biri olarak yaşayabilirsiniz. buna imkan var aslında. ama biz kendi kabuklarımızın içinden sıyrılmayı öyle kolay kolay seçmeyiz. bizim yerimize bizi vareden şey bizi zaten değiştirir, yontar, semirir. buna razı oluruz ya da bilmeden buna değiştim ben deriz..kontrol..işte filmin ana konusu bu aslında. kontrol ve güç nerdeyse ve kimdeyse o artık efendidir. sadece bilemediklerimizin peşinden gidersek hayatlarımız heba olur öyle değil mi?..sadece soru soran sokrates hakettiği şeyden çok uzak biçimde öldürülmüştür. binlerce örneği vardır bunun. soru sormadan uyuz eşşekler gibi yaşa..öyle yaşa ki canın hiç yanmasın. sıkıcı bir hayat mı?..bu da gelir bu da geçer canım nesi varmış...ama işte soru sorarsan, shell beach nerde diye ısrarla dibine kadar kazırsan olacaklar da budur. azmetmeden, çaba sarfetmeden evrende tek bir sırra dahi vakıf olamazsın. tüm bunlar düşünüldüğü zaman insanın aslında ne kadar aciz ve güçsüz olduğunu da gösterir bu film. ama biri çıkar, tüm bunları değiştirir. o da bir insandır halbuki. al sana paradoks..neyiz ulan biz nerden geldik nereye gidiyoruz diyerek cinnet geçirmeden önce son söyleyeceğim şudur ki karanlık bir şehirdesiniz siz de aslında. ölene dek de bunu öğrenemeyeceksiniz.
*john murdoch bir gece uyandiginda kendini hafizasini yetirmis bir sekilde, param parca edilmis bir kadin cesedi ile ayni odada bulur. murdoch tum film boyunca gecmisi hatirlamaya calisirki gelecegini degistirebilsin. bu sehirde saat on ikiyi vurdugu an , her sey durmaktadir ve etrafda siyah giysiler icinde gezinen gizemli adamlar, sehirdeki insanlarin gecmislerini ve anilarini degistirmektedirler. bu gizemli adamlarin guclerinin tam siniri anlasilmadigi gibi, sirf elerini kaldirip "sleep" (uyu!) emrini verdikleri anda karsilarindaki herkes direkten uykuya dalar, transa gecer. yakin zamanda murdoch bu zaman durmalarindan etkilenmediginin farkina varacak, ve sahip oldugu "will power"(irade gucu) ile zamani degistirip dark city'in esrarini cozmeye calisicaktir.murdoch mitolojide cok rastlanan, kelimenin tam anlamiyla ,dark city filminin, trajik kahramanidir. nitekim mitoloji de murdoch'a en benzeyen karakter oedipus dur. oedipus gelecekte annesi ile yatip babasini oldurucegini ogrendikten sonra ,tum hayati boyunca yasamis oldugu sehri terk ederek, kendine yine bir gelecek bulmak umidi ile yollara duser. fakat sonunda anlar ki, ne yapsa yapsin gelecek yazilmistir ve degistirilemez(mi acaba?). aslinda gelecegin yazilmis olmasi demek insanin ozgur iradesi olmadigi anlamina gelmez. mit boyunca oedipus herseye kendi ozgur iradesi ile karar vermistir ve nitekim de kacmakta oldugu geleceginden kacamamistir, ama bunun sorumlusu da kendisidir. dark city deki murdoch karakteri odepius un aksine gelecekle degilde gecmisle bogusmaktadir. ama iki olayin da anlatmak istedigi sey aynidir aslinda; insan kendi gelecegini secebilir, yarindan ne cikaracagi insanin elindedir. filmde mudoch'in zamani degistirebilme gucunun ismininde : "will power" (irade gucu) olmasi bu yuzdendir ki. film de murdoch irade gucunu kullanarak herseyi degistirmeye ve gunesli bir gelecek yaratmaya calisir. bu temayi daha fazla irdelemek gekirse, $u sonuc cikarilabilir: hayatimizda ki basarisizliklarinin hepsinin sebebini etrafimizda ki insanlarda degil de kendi icinde aramamiz gerekmektedir. bize dogustan verilmis olan irade gucunu nasil kullanacagimiz bizim elimizdedir. bu yuzdendir ki film aslinda bayagi varoluscudur (varolusculuk bize der ki elmanin elma olmak disinda bir sansi yoktur ama insanin kendine verilenlerle neler yapacagi onun elindedir sadece).insan dark city'i izledikten sonra sahip oldugu secenekler biraz da belirgin oluyor goze. simdi ya biz uyudugumuz uykuya, hic bir zaman uyanmadan devam ederiz , ve asla kendi bireyselligimizi kazanamayiz, ki zaten bu da toplumun i$ine gelir. cunku herseyi sorgulayan bir bireyin toplumun parcasi olmasi neredeyse imkansizdir. uykumuz devam ettigi surece basimiza gelen her kotu sey icin toplumu, ailemizi ve de daha kolayi devleti suclariz: "ailem beni daha iyi yetistirmis olsa mutlu bir insan olurdum, bana cocukken daha az kizsalardi daha caliskan biri olurdum, kendime guvenim daha cok olurdu"...ve bu keskeler sonsuza kadar gider. ne de olsa uyanmak zor, herkes bizim uyumamizi istiyor, onumuze bir yigin engel cikacak yolda. uyanirsak tekrar uyutulma sansimiz var, kim ugrasak o kadar seyle deyip misil misil uykuya devam! ya da uyanip , davranislarimizin bilincine varip, gecmisi gelecekle bagdastirmadan, gelecegi degistirmek icin elimizden geleni yapariz. fakat simdi :sleep!

Monday, November 06, 2006

UZUN ZAMAN SONRA....

Gelen yoğun istek üzerine yine sahnelerdeyim...
bu kadar uzun ara verince de insan nereden başlayacağını şaşırıyor. bu blog un anlamı ne...uzun süre göremediğin insanların senden haber almalarını sağlamak mı...kendini ve seni bilen bilmeyen insanları eğlendirmek mi...kendinin-sadece kendi kısa tarihini tutmak mı ki bu oldukça zor: çünkü diplerindekileri yayınlayamayacağın kadar aleni bir ortam burası...fazla aleni...o nedenle bazen günlüklerimi özlüyorum...içimdekilerin hepsini tüm siyahlığıyla ve tüm pembeliğiyle kustuğum günlüklerimi...acaba onların akıbeti ne olacak....ben öldükten sonra ya da ben yaşıoyorken birileri tarafından ele geçirilecekler mi....ele geçirildikleri sırada o kişinin merakını, ilgisini ne kadar çekecek...ele geçiren kişinin onları okuyacak kadar zamanı olacak mı....her neyse...bu blogun tek amacı benim yazı yazmaya başladığım anda yazmak istediklerim...ewet....tek amaç bu....kendim için....
kısaca özetleme ihtiyacı duydum aradaki boşluğu:
uzun ve karmaşık bi tatil silsilesi geçirdim bi bölümünü burada anlattığım üzere...arada kısa bi istanbul molasından sonra fethiye faralya da dans kampı ki hayatımdaki en güzel ve en önemli katılımlardan biriydi...gerek modern dansın incelikleri -yıllardır yaptığım tekniklerin detaylarına inecek ve bilinmeyen faydalarını öğrenecek kadar bol vaktimiz vardı- gerekse oradaki sıradışı yaşam tarzı açısından....orası toplumun en küçük hali, microlaştırılmışı...komün hayatına ilk adım...tanımadııın bi grup her açıdan farklı -şehir,yaş,kültür,vs...-insanla bir arada yaşama deneyimi....en önemlisi de şuydu benim için: okul ve iş nedeniyle haftada en fazla bir/iki gün yaşayabildiğim dans tutkusunu hergün kesintisiz yaşamak nası bi duygu hep merak etmiştim...bedensel enerjim bunu kaldırmaya elverişli mi, onu hangi noktaya kadar zorlayabilirim, sınırlarım neler....ve bu kesintisiz 8 gün gerçekten de hem yaşam tarzı ve bakış açısı bakımından hem de dans tekniğinin oturması bakımından bana çok çok ii geldi...silkelendim...arındım...level atladım...reenkarne oldum....buna ne dersen de...ama kesinlikle işe yaradı...
hemen ardından denizliye geçip hayatımın bi başka dönüm noktasını gerçekleştirdim...benim üzerime kalan ihalelerden biri...geçmişimi bi kez daha paketlere ve kutulara tıkıştırma kararı almıştım....karar bi kere alındıktan, kesin olarak alındıktan sonra -hiç bi şüphe olmaksızın- gereken güç kendiliğinden içinde oluşuveriyor...insan kendisini bile şaşırtan, nerden geldiği anlaşılamayan içindeki sınırsız güç...onun düğmesine basıosun ve o zor süreç geçene kadar o senin yapman gereken her şeyi yapıp bitirio...işlem bittikten sonra da sen sanki bi hortuma yakalanmış, savrulmuş da sonra o dönüp dururken arkasından bakakalmış gibi hissediosun kendini...bu işin de üstesinden tek başıma geldim...irinli, kanlı, yaşlı oldu benim için...zor oldu...kendi ellerimle "o kişi" için yarattığım dünya düzenini yine kendi ellerimle yokedeceğimi düşünmemiştim hiç...anı olsun diye çöpe gitmesi gereken bazı şeyleri atamadım...ardından da istanbuldaki evi düzene sokma süreci geldi....
bunun ardından da deliler gibi gezme süreci...jazzy ile start verdiğimizden beri günışığında birbirimizi görememizin acısını bu boşluk sürecinde gezip tozarak geçirdik....klasik müzik, jazz, pop konserleri; arkadaş toplaşmaları; istanbul sokakları....film gibi...
o kadar çok gezdik ve geziyoruz ki işi bırakalı 5 ay geçmesine rağmen bende henüz hala bi sıkılma, bunalma söz konusu diil...daha bi kaç hafta önce yeni yeni hissetmeye başladım işe girmem gerekliliğini....bunun idrakına yeni vardım....durum o kadar içler acısı ve umutsuz ki kırmızı alarm zamanındayım...bu aralar bi hedef belirledim kendime.....bakalım ne kadarkalıcı olacak...ben artık kalıcı olmasından yanayım...iş kalıcı olsun, insanlar kalıcı olsun, dans kalıcı olsun, sevgili kalıcı olsun, yani kalıcı olsun:P
bu iş meselesi ayrı bi derin konu...çalışırkenki tüketim çılgınlığı mı çalışmazkenki iç huzuru mu? çalıştığın zaman hep fit olmaya koşulluosun kendini. hep sağlıklı olmalıyım, hep güzel ve temiz kıyafetler giymeliyim, makyaj yapmalıyım, sinemada vizyona giren bi çok filmi izlemeliyim, daha çok arkadaşımı görmeliyim, daha çok teknoloji yatırımı yapmalıyım, daha çok öğrenmeliyim, daha hızlı öğrenmeliyim, hep öğrenmeliyim, geride kalmamak için hep koşmalıyım.....aradan çıkış......diğer türlü: evdesin, sakin sakin, bi lokma bi hırka mantalitesi...kendini kimseye beğendirme çaban da olmadıı için o bi hırka da seni baya bi uzun idare edio...çok fazla bi telaşın olmadıı için o bi lokma da senin karnını fazlasıyla doyuruo, kış soğuğunda sabahın kör vakti yollara düşüp akşamın kör vakti donarak eve gelmek zorunda diilsin...durum böyle olunca hasta olma olasılığın oldukça düşük çünkü beslenme düzenin ve tüm basit yaşam kararların senin elinde...en önemlisi de stresden uzaksın...bi sürü gıccık insanla bi arada geçirmek zorunda diilsin kalan ömrünü...bütün gün zaten şimdiden kestiremediğin kalan zamanını izlenmesi gereken filmleri ve okunması gereken kitapları önem sırasına koymak ve takılmak....arada da dans tabii ki...
tüm bunlar bi yana çalışmanın şart olduu kanaatine varıosun...başlangıç noktasına geri dönüş...gelecek için daha umutlu olabilmek için...sigortanın vereceği 3 kuruşa muhtaç olacağın günleri düşününce insan ürperiyo...etrafında kimse yok ve sen yaşlısın...buna hastalık payını da ekleyince hayal etmek istemediğin tablo belirio zihninde....
yazmak mı yaşamak mı....insan yalnız ve depresif hissettiğinde daha çok yazabilio...yaşıyorken ve mutluyken bunu yazıya dökmek pek aklına gelmio insanın...yaşayıp geçiosun üstünden...o kadar dolu dolu yaşıosun ki yazmaya vaktin de olmuo....
sevgili jazzymoon; ii ki geldin girdin hayatıma...bulutlarımı kovaladın ellerinle...yeni bi ben yarattın...seni daha çok gördükçe daha çok özlüyorum...sevgili piny ye bi kere daha teşekkürlerimi sunmayı bi borç bilirim....gülücük hep dolaşsın etrafımızda....
son olarak;
yaşamayacak olması çok yazık.
ama zaten kim yaşıyor ki...
BLADE RUNNER

Sunday, July 09, 2006

http://www.flickr.com/photos/pe-lean/

BUTTERFLY "WINGS"

Uzun süren dinginlik ve sakinliğin ardından ortalığın yeniden tarümar olduğu dönemler. Arasıra ziyarete gelen meşhur cadımın beni ziyarete gelip kazanın başına geçerek içinde yaşam donelerimin olduğu kazanını karıştırma vakti gelmişti.
Önce işten ayrılmayı kafama koymuştum. O ortamda eğreti durmaya başlamıştım iyiden iyiye. İlerleyememek, değerli zamanlarımı tekkeyi bekleyerek geçirmek, kendimi tekrar etmek - ki en korktuğum şeydir hayatta- ve son noktada da hiç bir şeye yetişemez olmaktan yorgun düşmüştüm. Bu dönemde piyasalarda da ciddi bi düşüş olması ve de inşaat sektörünün bundan fazlasıyla etkilenmesiyle zaten profesyonellikten oldukça uzak olan ama -mış gibi davranan iş ortamı iyice dağılmaya ve ne yapacağını bilemez hale gelmeye başladı. Ben de bu tempoya ve düzene bir kış daha katlanamayacağımdan emindim. İş açısından da tatmin olamadığım için yaz planlarımı yavaş yavaş oluşturdum kafamda.
1. işi bırakmak
3.dans derslerine ağırlık vermek ve ona odaklanmak
2.denizli meselesini bürokratik anlamda, duygusal açıdan, mantıken ve her yönden açıklığa ve çözüme kavuşturmak ve belirsiz durumları ortadan kaldırmak. bunu yaparken de büyüklerin görüşlerinden ve fikirlerinden de yararlanmak.
3. tatil yapmak
4.eylül ayında da her şeyi halletmiş olarak içime sinen ve artık uzun soluklu olacak bir işe başlamak
işte kısa dönem yaz hedeflerim
gel gör ki hayat hiç bi zaman planlara uymuyor. asla örtüşmüyor. sadece teğet geçiyor.ama plansız olmaz. ben plansız yapamam. uysa da uymasa da insanın planları olmalı. zamanlama tutmuyo sadece benim planlarımda hepsi bu. yoksa aklıma koyduğum hemen her şeyi gerçekleştirmiş bi kişiyim. ha şimdi ha bi süre sonra. daha çok şey var ama demek ki onları yeteri kadar istememişim henüz. zamanı gelmemiş.
işi bırakmamın ardından çooook sevdiğim kadim arkadaşım ece'ciğimin düğünü için Denizli'ye gitmemle birlikte geldi cadım...
Bu şehir bana yaramıo cidden...tamam içsel bi huzur bi dinginlik buluyorum, kabul...ama sonra şehrime evime dönünce bi süre buhrana giriorum ve çıkmakta güçlük çekiorum o girdaptan....şöylemi böylemi demekten kendimi alamıyorum....ama artık eskisi kadar değil. olan oldu. şimdilerde sadece anılar canımı acıtıyor o kadar.
herneyse....
düğün ilginçti....
hem de çok ilginç....
kendimi tutamadım....
ece'nin nişanında annem de vardı ama düğününde yoktu...düğün kuzenimin evlendiği mekanda yapıldı ve benim üzerimde o gece giydiğim elbise vardı. yanımda da annem....ama şimdi yok....tüm bunlar yetmezmiş gibi cennet'le aynı masaya oturtulmuştuk. annesi kalp hastası ve bi süre önce sıkıntılı zamanlar geçirdiler.
bir sürü eski dost, akraba, tanıdık, tanımadık, beni tanıdığını söyleyen ve benimle konuşmak isteyen benim tanımadıklarım...zaman geçmiş....kimileri çok mu çok yaşlanmış....bazıları tanıyamayacak ya da tanınamayacak hale gelmiş....
işte bunun gibi şeyler beni mona lisa olmaya itti. dudağımın kenarında minik gülümsemem duruyordu herkese karşı ama sonlara yaklaşırken bikaç gözyaşımı yakalayamadım, düşüp gitti....
hufffff....
ben neşeli şeyler yazmak için oturmuştum pc nin başına....neden yine bööle oldu...bazı önemli şahsiyetler yazılarımı pek depresif bulmakta...ben istemiyorum depresif olmak....gerçek hayattaki gibi hep gülümsemek, boşverip geçmek istiyorum her şeyin üstünden....
güzel şeyler de oldu tebii kiii....dansa kaldırıldım....eğlendim....sohbet ettim....fotoğraf makinelerine gülümsedim yanımdakilere sarılarak....çok eğlendiğim bi düğün oldu.....
dönüşde sevgilimle bi konuşma yapma ihtiyacı içine girdim. hemen akabinde de tatile kaçtım arkadaşların kafama silah dayaması sonucu hiç hesapta yokken...bu durum ortamı baya bi gerdi...ben kendi halime kalmak istemiştim biraz...duygularımı ve kendimi bi sınava soktum....ama sıkıntılı bi testdi bu...kendimi oldukça yalnız hissettim ve boşlukta....büyük bi alışkanlıkmış meğer....aklım oldukça karıştı hiçliğin ortasında....hiç bi teknoloji ya da hiç bi iletişim aracı olmadan sadece kendi kendimle kaldığım uzun ve tek başına bi sınav....beyin?kalp?
ve tatil bitti ve şehir başladı. şehirle birlikte hayat da yeniden başladı. tatil işte böle bişi. hayattan çekip koparan ve seni geçmiş -gelecek muhasebesine sürükleyen; verdiğin kararlaını irdeleyip, üzerine düşünüp, vereceğin kararlar hakkında akıl yürütme süreci....
geri döndüğümde önemli ve kendi ellerimle deşip dağıttığım konuları yeniden toparlayıp düzene soktum.
silence is easy!
kaptanın seyir defteri:
ilk hedefimiz kebelenkler vadisi...geçen yıl pınar'lı tatil vardı, bu yıl pınar&nilşah'lı tatil.
ben bu mekanı çooook sevmiş bulunuorum ve de bu ayini her sene uzun ya da kısa tekrarlamak taraftarıyım. çoğunluğu yaşam tarzı açısından birbirine yakın kişiler topluluğunun doğanın içinde hiçbişisiz kalışı ve bu kalıştan keyif alması. geçen yılki gibi değildi çünkü sezon henüz açılmamıştı. ama yine de güzeldi. daha az kişi vardı. ben çadırımda kaldım kızlar bungalowda. bütün gün yüzdük, yemek yedik, güneşin batışını izledik, yerli yabancı yeni insanlarla tanıştık. oranın demirbaşı sayılan ahmet baba geçen seneki halinden sıyrılmış ve daha entellektüel ve rahat bi havaya bürünmüştü. ama iletişimindeki sıcaklık ve samimiyetde azalış olmamış tam tersine artış gözlemiş bulunuyoruz. ordaki herkes onun çocukları. kelebeklerin efendisi:P
başka ilginç karakterler de vardı. istanbul üniversitesinde matematik okuduktan sonra 10 aydır -bu kışın da orada bulunduğunun göstergesi- orada yaşayan bir yarı insanla tanıştık. saçı sakalı birbirine karışacak kadar uzun, elleri ve ayakları hobbit olmaya yüz tuttuğunun göstergesi, ilk bakışta yabancı olduğunu düşündürecek kadar sarışın mavi gözlü, konuşmasını unutacak kadar doğa insanına dönüşmüş ama dikkatli bakılınca sakalların altındaki yakışıklı mı yakışıklı modern insanın rahatlıkla sezildiği bir yaratıkımsı. onun yanında taaa avustralyadan kalkıp gelmiş, kendisine mozambikde arsa alan hem gezen hem de gezdiği yerlerde çalışan bi dünya kişisi will kardeş. kendisi yine bi avustralyalı olup güneş tutulmasını izlemek için ülkemize gelen ve gidemeyen beck teyze'cik. daha vadiye ayak basmadan teknede gözlerimizin kenetlendiği ve babasının kucağında dümeni eline alıp doğru rotada ilerleyerek hepimizi hayrete düşüren minik sarışın bebek. sabahın köründe eline makası alıp lavaboda saçlarını bi tarafı uzun bi tarafı kısa -yani kendi gibi yamuk- kesen, tuvalet sırasında insanları azarlayan, arada kendi kendine söylenen deli kadına diyecek bişi bulamıyorum ve hatun kişiyi, kategorizeleştiremediklerimizden kategorisine dahil etmekte buluyorum çareyi:P bi yerlerden tuhaf insan çığlıkları duyarsanız bu büyük olasılıkla o deli teyzeden geliyodur. kaçmanızı tavsiye ederim size nitekim ben ööle yaptım.
onun dışında deniz turkuaz rengiydi. ben yine sahilden kalp şeklinde taşlar topladım şehre dönünce vermek üzere...geceleri yıldızların altına serdim uyku tulumumu ve gökyüzünü üzerime sererek uyudum. kulaklarımda o geçen yılki, eğer görebilirsem -ki görmek imkansız, sadece değişik frekansda ses duyuyosun bi yerlerden ve yön her defasında değişio- o iğrenç ses tonuna sahip böcek ve onun üzerimde yürüdüğü hissi!neyse ki deniz foşultusu bastırıodu da uyuyabiliodum.
işte böle geçti az çok kelebenkler ....ben yine doyamadım...
kaptanın seyir defteri2:
sonraki durak nilşahların yazlığı. yani bi miktar daha medeniyet ve medeniyete yumuşak geçiş için bi durak. burda da tamamiyle çocukluk anılarıma gittim yine. kuşadası ve yazlık kültürü. annem. onun bu mekanları ne kadar sevebileceği ve onunda orda olmasını dilemek ve aynı zamanda onun benimle olduğunu bilmek.tamam tamam .... susuyorum ve geçiyorum konuyu...
hatta nilşahın ailesi geldiğinde bi gün kuşadasına gittik bazı işler için ve dönüşte bizim yazlığımıza uğradık. ama şansa bakın ki aşırı yağmur nedeniyle arabadan aşağı bile inemedim. ama gördüğüm kadarıyla bile ortam hiç değişmemişti.
yazlık kültürü...yaşayan bilir...bu kültürün rutinleri....kalabalık kahvaltı masası, deniz faslı, bikinilerin ve plaj havlularının üst kat balkona serilerek havalandırılışı, yemek faslı, öğle ve güzellik uykusu,akşamüstü çay ve puf böreği faslı, duş sonrası akşam yemeğine hazırlık, kokoş teyzeler -tırnakları bakımlı ve koyu renklerde ojeli, topuklu terlikli, askılı bluzlu, akşamları okey ya da kağıt masalarına yerleşen- ve onların iyi giyimli, iyi eğitimli, onlar kadar havalı çocukları...gün batımı gazinoda fruko gazoz - bira, yürüyüş, akşam uyku vakti gelince evlerin kenarlarındaki patika yolda çimlerin arasına gizlenmiş kurbağalara basmamaya çalışmak ....
nilşahlarda yaşadığımız hayat da buna benzer bişiydi nerdeyse....
kısaca bu beklenmedik ve planlanmadık tatil oldukça keyifli geçti. geçen kışın tüm yorgunluğunu attım üzerimden. hiç bişi yapmadan dinlendim. bronzlaştım-yozlaştım-uzlaştım-hesaplaştım....tım tım tımmmm....
istanbula döndüğümde belirsizlik vardı yine. başka değişkenlere bağımlı kararlar almak zorundaydım. bi kaç gün içinde olaylarla ilgili gelişmeler olup onlar da netleşince bana ohhhhh demek kaldı.
şimdi önümde çooook istediğim faralya tatil köyünde dans kampı var. rüya gibi bişi benim için. çok heyecan duyduğum ve çok istediğim bişi. eminim çok ii geçicek ve bana çok şey öğreticek bi aktivite olucak. sabırsızlanıyorum şimdiden ve aslında kısa bi süre var.
hemen akabinde de denizli meselesi ile ilgilenmek üzere denizliye geçeceğim.
ağustos başında da işe başlama.
seneye bi arabam olacak. küçük-şirin-gri-2. el-diesel-modern-bayandan ya da doktardan temiz:P
yeni işimi de çok sevicem. sevdiğim için de zevk alarak yapıcam. zevk alarak yaptığım içinde başarı beni bulacak.
inanıyorum...olucak....olucak dediysem olucak....
yaşasın akrep hırsı!!!!
HADİ BAKALIM:p

Sunday, March 19, 2006

SHE WAS GONE.....


KANATLARIMI KANATTIĞIM AN.......
bugünden geriye doğru 365 gün gittiğimizde karşımıza o siyah gün çıkıyor.
1 hafta öncesinden onu saran telaş ve heyecan...arkadaşlarıyla birlikte geçireceği eğlenceli zamanların hayal edilmesi...1 sene öncesinde aynı geziye benim de katılmış olmam...benim bu gezide de bulunmamı istemesi...hiç adeti olmadığı üzere bu gezi için alışveriş yapması...yeni eşofmanlar, yeni ayakkabılar, yeni t-shirtler,...
son telefon konuşmamız...ses tonundaki mutluluk titreşimleri...mayosunu yanına alıp almama konusundaki kararsızlığını bana sorması ve benim ısrarla almasını ve çok eğlenmesini istemem...

ikimizin aklında uçuşan 1 sene öncesi anıları...1 sene öncesinde otel odasında yanımdaki yatakta uzanıp mutluluktan ağlayışı...keşke bu güzellikleri sana daha çok yaşatabilseydim deyişi....bütün olanlar yüzünden yeniden babamı suçlayışı...bütün bunları haketmediğim düşüncesi...sahilde dolaşırken, iskelede durup parmağıyla almamı istediği taşları işaret etmesi...gülüşmelerimiz...

son telefon konuşmamız...kuzenimin ve ailesinin geçirdiği sıkıntılı dönemi anlatırken ağlamaklı oluşu ve benim dayandığım zor şartların farkına varması ve beni takdir etmesi...benimle gurur duyması...

o cümleler hayatım boyunca kulaklarımda fısıltı olacak...

oteldeki ilk geceleri...bana anlatılanlar kadarı...bi süre odalarında dinlendikten sonra akşam yemeğine inmeleri ve gece geç saate kadar sürdürdükleri neşeli sohbet...benim hakkımda geçen konuşmalara verdiği cevap...babam hakkında verdiği son kararlar...

ve sabah...

o pırıltılı gecenin siyah sabahı...

telaş...

ve uçuş...

sen bundan çok korkardın...gitmek istemezdin hiç...o soğuk metal çekmecede olmayı da istemezdin...karanlık istemezdin...toprak istemezdin...benden uzakta olmak istemezdin...

çok üzgünüm anneciğim...ve çok özlüyorum...

sana verdiğim tüm üzüntüler için özür diliyorum senden...senden uzak olmayı seçtiğim için...ama seni hiç bırakmadım biliyorsun...

sen benim ilgiye doymayan bebeğimsin...bense sana sarılan anne kolları...yerini hiç bir şey ya da hiç kimse alamaz...

odamın her yerinde farklı dönemlerdeki resimlerin var...gözümü açar açmaz sana bakıyorum...seninle konuşuyorum...senden güç alıyorum...

yazmak çok zor...

yaşamak daha da zordu...

kimse bilemez...

beni izlediğini biliyorum...

beni merak etme...

çevrem dostalarımla ve dostlarınla çevrili...

herkes beni merak ediyor ve beni düşünüyor...

bugün çok tuhaf bi gündü...uzun bir süredir bugünü tasarlamıştım kafamda...yapmak istediğim şeyler vardı...bugüne özel şeyler...bugüne ait ritüeller olsun istedim...ama hiç bir şey yapamadım...hatta tam tersi oldukça sıradan geçti günüm...bomboştum her zamanki gibi...ruhsuz...ben çok daha yoğun olabileceğimi düşünmüştüm...ama sadece boşluk vardı...

aslında yapmak istediğim şey: her yıl, ayın bu gününde antalyadaki o otelin senin bulunduğun odasında kalmak...bunu mutlaka yapacağım! bunu yapmak istiyorum...

keşke burda olsan ve bana yön göstersen...keşke sorabilsem...keşke bana kızsan...

aklım ne zaman geri gelip eski yerine yerleşecek merak ediyorum...yoksa bu hiç olmicak mı...ilaçlar olmadan katlanabilecek miyim güne?

AVE MARIA...

şu an'a çok uydu...

günlerdir LOSTun aynı bölümünde asılı kaldım...yaklaşık 3 kez sonunu getiremeden izledim durdum...jack, babasının ölüm dönemini çağırıyor hafızasına ve her yerde onun halisünasyonunu buluyor...babasını ilk teşhis ettiği an...boş tabutu parçalayarak kırması...

365 gün önce değişti her şey...ben gitti...gözlerimin algıladığı dünya gitti...sanki evler-arabalar-sokaklar-ağaçlar-çimler-her şeyler süngersi bi yapay dolgu maddesinden yapılmış gibi...hiçbiri gerçek değil...gerçek diye bişi de yok zaten...

ben gerçekten fenayım ve bu ağır ruhu ne zamana kadar taşıyabileceğim bilmiyorum...

en kötüsü içinden hiç bişi gelmemesi ve geçmemesi durumu ki bu gerçekten de en kötüsü...

KALP--> İLK ÖNCE O BAŞLADI, EN SON O DURACAK...

SENİ SEVİYORUM ANNEM, İYİ Kİ SENDEN BİR PARÇAYIM!

1 TANE KIZIN PELİN

Tuesday, February 28, 2006

LOST


http://abc.go.com/primetime/lost/games/mission/index.html

bir süredir yakın çevremi -özellikle erkek arkadaşım ve tayfası- çemberi içine alan ve bağımlılık yaratan bu trend tv dizisinin beni de bağımlılığı altına alması için tutuşuyorum. maaşımı alır almaz doğruca beşiktaş pasajındaki kopya dvdcime gidip tüm sezonları ele geçirmek için sabırsızlanıyorum. eminim ki her izleyende olduğu gibi bende de lostsal bi takım yan etkiler ortaya çıkarması muhtemel bu tehlikeli yapımı daha şimdiden herkeslere öneririm. hele bi de merakımı dinginleştirdiimde daha çok önericemi tahmin ediyorum. tabi saatlerime el koyacak olan bu yeni bağımlılık için zamandan ciddi anlamda bi çalıntı yapmak şart gözüküyor. ama buna değer.

HAYATDA SON DURUM:

Ne safi kötülük; ne safi iyilik...
Her daim, her yerde,
İ-ki-baş-lı-lık...

elif şafak/pinhan

babamla halen aynı evi paylaşmama rağmen ve onu kısa ya da uzun her gün görmeme rağmen ve çoğu gün tek kelime bile etmememize rağmen onun yanındayken bile onu özlüyorum. ona bakarken içim titriyor. ona kısmi kızıyorum-kısmi seviyorum.

işde değişen pek bişi yok. kısmi olarak beni tembelleştirdiğini ve bildiğim ve sahip olduğum yeteneklerimi de körleştirdiğini düşünüyorum, kısmi olarak da bi an önce yapmak istediğim burasıyla ilgili iyileştirmeler düşünüyorum. velhasılı kelam burda bulunduğum sürece elimden gelenin en iisini yapmak istiyorum.

evimi seviyorum. ailemi seviyorum, sahip olduğum dostlarımı seviyorum, kitaplarımı seviyorum ki onlar beni hiç yalnız bırakmadı. tam bir sevgi kelebeği modeli.

genel olarak gidişattan memnun sayılırım. artık geçmişi kurcalamanın, gelecek üzerinde çok fazla irdeleme ve çıkarsamalar yapmanın pek bi anlamı yok. zira ŞİMDİ gayet güzel.

ŞİMDİLİK:P

Sunday, February 26, 2006

DÖNME DOLAP...


işe başlama sözleşmesine imza atmakla şeytanla anlaşmaya imza atmak arasında hiç bi fark yok. patron kavramı her yerde aynı. buna karar vermiş bulunuyorum. PATRON=HERŞEYİİSTEYENVEHERŞEYİİSTEMEHAKKINIKENDİNDEGÖREN, ÇALIŞAN=HERŞEYİVERENVEHİÇBİRŞEYİSTEMEYEHAKKIOLMAYAN. bu durumun sözlük tanımı aynen bu. artık küçük şehirde komün hayatı yaşamak için çok geç. çünkü içindeki ilerleme ve daha çok sahip olma isteğini bastırmanın imkanı yok. metropol de seni her geçen gün törpüler ve bi gün yokolur gidersin.
yapmak istediklerimi gerçekleştiremeden kaçınılmaz sona ulaşmak. işte benim en büyük korkum. ki bu yapmak istediklerimin listesi oldukça uzun.
bi kaç gün önce ben yine iş değişikliği kararı aldım. yine uzun vade düşünüyorum. bu patron amcalara laf anlatmanın imkanı yok. onlar sadece istiyor. senin en değerli gençlik saatlerini istiyorlar, karşılıksız sadakat istiyorlar, ama bunun karşılığında hiçbir beklenti içinde olmamamızı bekliyorlar, beyninin değerli ve parlak fikirlerini onlara vermeni istiyorlar, bu liste de oldukça uzun. sonuç itibariyle onların bizi gördükleri kalıp gayet aşikar. bunun ötesinde olduğumuzu anlatmanın bi yolu da maalesef imkansız. bu bi meslek değil. sadece kişinin iki dudağının arasındasın. tek bi kımıldatmayla hazırlıksız ortada kalabilirsin her an. belli bi yaşa geldiysen de artık gidebileceğin yollar kavşağı sana kapanmıştır. geç kalmışsındır.
ofisde son yaşananlardan sonra iyice gerildim. kendimi güvende hissetmiyorum. kaygan zemin. dostumun tavsiyelerine uyup denetçi olma yolunda girişimlere başlicam. en azından bi alanda hem de eğitimini gördüğüm, emek verdiğim alanda bilgi sahibi olucam. hem de değerli bilgi. gelecek vaadeden bilgi. uğruna harcanan emeğin boşa gitmeyeceği bilgi. zamanımı buraya gömmektense daha zor bi alana gömmeyi tercih edicem sanırım. ama daha uzun bi zaman var bunun için. öncelikle iyileşme sürecimi tamamlamayı beklicem. şu an hala tam olarak iyileşmiş hissetmiyorum kendimi. arızalarım devam etmekte. sadece kimyasallarla üzeri örtülü. o kadar. kimyasal tedbirini ortadan kaldırınca ortaya neyin çıkacağını bilmiyorum henüz. belki de ihtiyacım olan bu süreç içinde kararım değişir, fırsatlar bu düşüncelerimi siler götürür. bilemiyorum. sadece şu an canım sıkkın. onu biliyorum. haksızlığa ve sömürüye tahammülüm yok. bu kişiler kurumsal mı aile mi öncelikle bunun kararını çok net vermeleri gerekiyor. bizim davranışlarımızı ona göre belirlememiz için.
işte bütün bu gelişmeler beni başlangıç noktasına feedbackliyor. BEN NE İSTİYORUM! hayatımın orta noktasından dalan bütün ailesel sallantılar bu önemli karar sürecimi ve odaklanmamı allak bullak sallamış durumda. sallanmış durumdayım...
dün itibariyle örnek daire tamamlandı. ve başdöndürücü bi yoğunluk hakim ofisde. eskiler yeniler ve bu kişilerin binlerce sorusu. raporlar, sayılar, akılda tutulması gereken kişiler, satışlar, sözleşmeler, kağıtlar, kelimeler ..... her şey havada uçuşuyor. ama zevkli. hareket geldi işe. üstelik bugünkü müşterilerimden genç ve sempatik bi çift işimi çok iyi yaptığımı söyledi. bu cümle beni o kadar silkeledi ki bi süredir demoralize olan moralim moral buldu:P
bu kadar iş yeter...
dansım mütiş keyifli gitmeye başladı. eski günlerimi yakalamak üzere olduğumu hissediyorum. yavaş yavaş bi koreografi çıkıyor ortaya. hala tam dengeyi yakalamış değilim. ama olucak. hissediyorum. candaşı çok özlemişim. hem de çok. hayatımda hep olmasını istediğim insan.
sevgili de keyifli... bu aralar ikimiz de yoğunuz. benim işsel, oysa hem işde yeni bi döneme-atılıma geçtiler, hem de yaklaşan üniversite sınavlarının heyecanıyla boğuşmak durumunda. ve bu durum yaz aylarına kadar devam edecek.
bugün çok güzel bişi yaptı. ben duygulandım. bi gazete; bi kitap veriodu bugün. ben ekiyle birlikte o gazeteden almama rağmen diğer kitaptan da istiodum. onu aradım marketten sipariş etmesi için. göğün karnı delinmişcesine yağmur yağıodu. o nedenle market siparişi getiremeyeceğini sölemiş. o da naapmış....karnı delik göğe aldırmadan sokağa çıkıp gazetemi aramış. hatta bi tanesinde bulamayınca sokaktaki gazetecileri sırayla dolaşmış. kaç kişi yapar bunu?
iyi ki var...
neyse ki var...



Monday, February 20, 2006

ASFALT...


bu kentin yollarında tükeniyorum....
gündelik yaşam aynen şöyle akmakta: sabah uyanılır. bir adet antidepresan bir bardak suyla boğazda kaydırılır. kahvaltının babayla yapılabilitesi servise geç kalma olasılığıyla karşılaştırılıp hızlıca bi karara varılır. piyu'nun maması ve suyu kontrol edilip evden dışarı fırlatılır beden. Allah'ım bugün ne giyeceğim ya da acaba çantama x'leri koymuşmuydum gibi sorularla boğuşulmaz, çünkü planlı kişiliğim bunları akşamdan yanıtlamış ve önlemini almıştır. sitenin minibüsüne bindiğimde günün ruh haline göre müzik-kitap-uyku üçlemesinden biri ya da birkaçı tercih edilerek günlük çile başlar. hava smooky ise derin düşüncelere, shine brightly ise neşelere ve kıpırtılara dalınarak dışarıya bakılır. kahvaltı yapılmamışsa pastaneye uğranılıp pastanecilere sevimli bi gülümseme armağan edilir. sonra diğer minibüse doğru ilerlenir. günün en heyecanlı yol dakikaları ise servisin alış noktasına gelinip de servis ve minibüs arasında geçen rekabet dolu, çekişmeli, adrenalin içeren öncelik telaşesi. galibiyet hergün bi başkası için gerçekleşir. nadir bazı günlerdeyse pişti yapıldığı da görülmüştür.
yani bütün olay bu. işe yetişebilme sendromu. bütün günler birbirinin aynı. ben hergün bunları yaşarken afrikada bi yerlinin nasıl tören yaptığını merak ediyorum, ya da fransada bi sokak cafesindeki sohbetleri merak ediyorum, ırakda silahıyla denemeler yapan küçük çocuğun ruh halini merak ediyorum, italyan gazetesinin günlük haberlerini merak ediyorum, etiyopyadaki aç kadını merak ediyorum, brezilyanın zengin kesiminin günlük planlarını merak ediyorum, avustralyadaki sörfçüyü, çölde yürüyen deveyi, ormanda gizlenen yılanı merak ediyorum, okyanusda henüz bilim adamları tarafından keşfedilmediği için bi ismi olmayan yaratığı merak ediyorum, bütün bunlar x sonsuz...benim hergün hemster çemberimin içinde debelenirken tüm bu varlıkların günlük telaşlarını ben hep merak ediyorum. tanrım hayat ne kadar zor ve ne kadar zevkli...ne kadar devinimli...insan durup kalabalığın arasında yerde yavaşça yürümeye çalışan sümüklü böceğe odaklansa çıldırıcakmış gibi olur.
aynılıktan nefret mi ediyorum yoksa aynılık içinde kendimi güvende mi hissediyorum?
alıp başımı gitsem...uzaklara...hiç konuşmam gerekmese...sessiz dünya olsam...
ya da kalsam küçücük bi odanın içinde....yine konuşmam gerekmese...yazsam yazsam yazsam...
denize yakın olsam...onun sesleriyle uyuyakalsam uzaklara bakarken...
ancak üretmek şart! dünyanın düzeni bunun üzerine kurulmuş. üretmek! sürekli ve aşkla bişiler üretmek...ve paylaşmak...
belki de dans üretmek...birisine ya da birilerine durup düşünmeleri için es vermek hayatta ya da bi gülümseme vermek...
son-uç:bu yollar beni tüketiyor...hergün biraz daha eksiliyorum...piyu'yla ilgilensem yemek yapamıyorum-temizlik yapsam sevdiğim tv dizisini izleyemiyorum-kitap okusam çamaşır yıkayamıyorum-internetde araştırma yapsam uykumdan çalıyorum...
zira bu durum ne kadar devam edebilir merak ediyorum..
tüm bu sözlerin yanısıra evimi çok seviyorum...yaşam alanım...güçlü kabuğum...gizli sığınağım...aydınlık odam....renkli dünyam...huzurum! bahçeden içeri girip yürümeye başladığımda ve o tarifsiz ve eşsiz nefis orman kokusunu içime çektiğimde, bu zor ve pis şehirden kaçıp geldiğimde tüm bu sızlanmalarım geçiyor ve buna değer diyorum....evimdeyim!

Wednesday, February 15, 2006

HAPPY VALENTINE DAYS!!!



13 şubat-->sevgililer günü arifesi:o günün akşamına dek her şey yolundaydı. akşam işten eve dönerken telefonda konuştuk, eve gelince yine konuştuk. olay yine konuştuk kısmında cereyan edivermiş meğer benden habersiz. ertesi güne kadar farkındasız olacağım durum o an ortaya çıkmış...BU BENİM İLK SEVGİLİLER GÜNÜMDÜ:( ve bütün ilklerde olduğu gibi sanırım buna da çok fazla anlam yükleyip fazla özendim...
akşam bilgisayarımın başında sevgilime sevdiğim müziklerden oluşan bi cd hazırladım. bir de birlikte olan fotoğraflarımızdan oluşan bi powerpoint sunusu hazırlamak istedim içinde sevdiğim kitaplardan sevdiğim cümlelerin aktığı. ben bunlarla ilgilenirken messenger açıktı. anakin sahneye çıktı. her zamanki gibi meşgul mod. ben ortaya laf attım. gelen yanıtla kalakaldım. yanıtdan sonra da sahneyi terk etti zaten. telefon ettim, kapalıydı. evden aradım, açılmadı. işte en hassas noktam. bana yapılabilecek en korkunç şey. de ja vu...
tamam dedim. o bunun farkında değil. bunun bi şaka olduğunu farzettim. sevgililer gününden bi gün önce böle bişi yapılmazdı. benim tanıdığım kişi zaten bu şekilde sessizliğe bürünmezdi. düşündüm, taşındım, bi neden bulamadım. şaka olduğunu düşünmek beyaz taraftı. onun dışında hiç üstüme alınmadığım için bu durumu ailesine ya da kendisine kötü bişi mi oldu acabaya kadar götürdüm işi kötü tarafta. ama yapcak bişi yoktu. kendisi beni SESSİZLİĞE DAVET ETMİŞTİ. yarını beklemeye, düşünmemeye karar verdim. zor olsa da uyumayı başardım.
ertesi gün kendimi kötü hissediyordum. nilşah da bunun bi şaka olduğundan gayet emindi. kesin sana bi sürprizi var...gün içinde msnde konuşmak istedi. ama kendimde konuşacak enerjiyi bulamadım. konuşmak istemediğimi belirttim. şaka bile olsa kötü bi şaka diye düşündüm. sevgililer gününden 1 gün önce terkedilmiştim...öğle vakti aradı. konuştuk. kötü şakanın gerçek sebebi ortaya çıktı. meğer ortada gerçek bişi varmış. bana gerçekten küsmüş. hem de aklımın ucuna bile gelmicek bişi yüzünden. hem de sevgililer gününden 1 gün önce. bunu öğrendiğimde içimin boşaldığını hissettim. bomboştum. hissiz. nötr. kapadık. sms attı. arkadaşlar saçmalamayın dedi. ama boştum. akşam görüşmek istemiyordum. bunun 2 nedeni vardı. 1.beni üzdüğü için görmek istemeğimi yitimiş olmam 2. uzun vadeli düşünüp kendimden korkmam, söylemek istemediğim bi söz, yapmak istemediğim bi davranıştan korkmam. o nedenle dansıma gittim. iyi ki o gün dansım vardı. tek kurtarıcım, tek ilacım. dansa gidiş yolunda tekrar aradı. peki dedim. dansın içimdeki boşluğu kendimle dolduracağından emindim.
dansdan sonra aradı. taximde buluştuk. piny&bisküvi ikilisinin fazladan 2 konser biletiyle bir araya geldik. her yer çok kalabalık. önce biraz soğuktum. sonra biraz daha iyi. ama eskisi gibi de olamadım. kalabalığın ve gürültünün izin verdiği ölçüde biraz konuştuk. karşılıklı beyaz bayrak çektik. bana dubai'den aldığı bir kartla birlikte kırmızı gonca bir gül verdi. ben görüşmeyeceğimi düşünüp hazırladığım cd leri nilşi'ye vermiştim. piny'ler erken ayrıldı. konseri sonuna kadar izledik. sonra da evlere dağıldık.
gecenin sonu güzeldi. evime geldim. taxiden inip evin patikasından yürürken durup baktım. her yeri kaplayan bembeyaz kar fonunda özenle elimde tuttuğum kırmızı gülün keskin kırmızısına odaklandım. her şey yeniden başladı. bütün yaşananlar saçmalıktı. o'nun içini görüyordum. bu da benim için yeterliydi.
sevgililer gününün benim için pek bi anlamı yok aslında. aslına bakılırsa yalnız geçirdiğim yıllarda yılın bu gününe büyük bi nefret bile besliyordum. günlüklerimde yazdığım gibi. vapurdan inip kadıköyde yürürken çingene kadınların çiçekleri daha bi fazla gözümün içine sokmasından nefret ederdim o gün. sokaklarda yılın 364 günü didişip o 1 gün boyunca yapmacık sevgi gösterilerinde bulunmalarından, vıcık tavırlarından nefret ederdim. mümkünse o gün evden çıkmamaya özen gösterirdim. bi taraftan da çevremdeki arkadaşlarımın yaşadıkları hoşuma giderdi. 13 şubat mışıl'ımın doomgünü olduğu için biz mutlaka o gece dışarı çıkmışızdır. ben onda kalmışımdır. ertesi gün o, gözlerindeki parıltıyla birlikte sevgilisinin hediyesini paketler, sonra sevgilisi için süslenir, birlikte evden çıkarız, o sevgilisiyle buluşmaya, ben de evime doğru yol alırım. niyan'ım da aynı şekilde. her ne kadar sevgililik kavramına aykırı bi insan olduğunu her fırsatta dile getirse bile yılın o gününe yakın günlerde caddede dolaşırken hediye araştırmasına gireriz. aklıma şunu yapmak bile geldi: yaşayamadığım tüm yılların acısını çıkarırcasına tüylü küçük bi maskot oyuncak ve sevgililer günü kartı vermek istedim. onun arkasına bakmadan kaçma olasılığını da düşünerek:P
ama bütün bunların hiç birini gerçekleştiremedim. sanırım her şey için çok geç kalmıştım. maalesef büyümüştük...
o'nun bu kadar fragile, benim bu kadar duygusal olmam korkutuo belki de beni. belki de insanlar haklı. belki de ne kadar inkar etsem de duygusal tarafım ağır basıyor. iş hayatında, akrabalık ilişkilerimde, arkadaşlarımla, şimdi de sevgilimle...küçük bi delik, söylenen bi söz, yapılan bi hareket kırılıp dökülüvermeme sebep oluyor kolayca. içimdeki "can kırıkları". insan kaç yaşına gelirse gelsin, neler yaşamış olursa olsun şaşırmaya devam edebiliyor.
aslında kendimi bi kaya kadar sağlam hissediyorum. belki de bu kadar sert olmam yaralicak onu. bana çarptığında canı acicak, kanayacak belki. o deniz. belki de hergün azar azar bana çarpan dalgalar zamanla beni aşındıracak. bunu kimse bilemez.
yaşamak gerek.
SON-UÇ: başlangıç noktasındayım. beni seviyor. o'nu seviyorum. bu ilk karmaşıklığımızdı. bunu yaşamak da güzel. o'nun içini biliyorum ve o'na güveniyorum. başka hiçbir şeyin önemi de yok. mutluyum...
iyi ki hayatımda...

Monday, February 06, 2006

UP&DOWN


bu aralar canım sıkkın yine....iş yerinde yaşanan bazı olaylar iş hayatına karşı umutsuzlaşmama neden oldu yeniden....kendimi güvende hissedemiyorum yine ve bu durum benim performansımı etkileyen en önemli etken.....Nilşah'a yapılan davranışları bana yapılmışcasına yadırgadım.....ve üzüldüm.....o zaten şu anda hayatın bi kaç alanında birden karmaşa yaşıyor şu anda.......ki ona da söylediğim gibi her insanın hayatında olur bu gibi kaygan zeminler.....benim hayatımda da pek çok defa olmuştur......defalarca yere kapaklanmış buldum kendimi ve defalarca dizlerimdeki ve elbiselerimdeki tozları silkeledim, yaralarımı iileştirdim ve yürümeye devam ettim......inanıyorum ki her DOWN dan sonra mutlaka UP geliyor....hem de çok güzel bi şekilde geliyor.....geldiğini hissetirerek geliyor ve o UP'ların değerini, sağladığı adrenalini hissetmemizi sağlayan, bize mutluluğun anlamını hatırlatan şey de aslında DOWN'lar......iyi ki varlar......DOWN'larımı da seviyorum ben........
hayat şu anda düz çizgi........aşağıda ya da çizginin üzerinde değilim.....çok ciddi şeyler yok yaşantımda......sadece AKMAYA DEVAM EDİYOR.......moral bozukluğumun geçici olduğunu tahmin ediyorum ........artık ofis içinde daha sessiz tavır takınmaya karar verdim......axi halde yüxexesime devam edersem bu durumdan zarar göreceğime inanıyorum.....durumu kabullenme ve kişileri izleme moduna geçtim şu an.....kendimi güvende hissetmiyorum.....ben artık kendi işimin olmasını istiyorum....söz dinlemek bana göre değil sanırım....asi ruhumla çatışıyor söz dinlemek.......ve kendi kendime küskünleşiyorum....kabuğumu örtüyorum üzerime......aldığım eğitimleri, kendime verdiğim emekleri boşa harcamışım gibi hissediyorum......doğru kararı vermek içinse her geçen gün daha az zamanım kalıyor.....kendime bir dal seçip o dalın üzerinde tünemek ve hep o dalda kalmak istiyorum ben ve bunu hep istedim.....ama o dalın seçimini yapamıyorum sadece milyonlarca dal arasından.....bu sefer oldu sanmıştım ama sanırım yine yanıldım.....belki de daha zamanı var......benim hala umudum var......melek kanatları farkedilecek...inanıyorum......şu an sadece farkındalık var......bunun sonrasında uçuşa başlicam.....
en önemli gelişme dansa başlamam....o kadar mutluyum ki....yeniden dans...yeniden candaşla dans ......candaş müzikleri.....candaş elastikiyeti ve estetiği......ifademi sağlayan tek insan belki de....dans ederken kendimi çok ii hissediyorum.....bunun sonucunun olması da sevindirior.....bununla ilgili detayları ayrı bi yazımda yazıcam....
"hayalle hafıza ateşle su gibidir. her biri isterki bir tek kendi kalsın orta yerde, öteki kaybolsun. hayal dediğin hafızayı boğmak, hafıza dediğin de hayali yakmak ister. onlar didişirken biz de deriz ki bu yaptığınız gaflettir. zaira sade bu demde değil başka başka demlerde yaşamışlığımız var. aslında siz karındaşsınız. o vakit onlar kavgayı keser. anlarlar ki hatırlamak için hayal kurmaya, hayal edebilmek için de hatırlamaya muhtacız. hikaye dediğin de budur zaten. bu andır. içinde geçmiş ve gelecek, hafıza ve hayal barınır. her hikaye ezeli evveli olmaya, alabildiğine hudutsuz bir andır. ne başta, ne sonda; tam da ortadadır."
ELİF ŞAFAK
bu abla beni bitiriyor......tek kelimeyle muhteşem.....bu kitabı benim yaşlarımda yazdığına inanamıyor insan.....geçen gün bi tv programında izlemiştim....annesinin işi dolayısıyla yurt dışında yaşamak ve okumak zorunda kalmış kendisi....işte bu yabancılaşma ve yalnızlık onu kitaplara itmiş...kitaplar da yazmaya.....ben de daha ii yazmak istiyorum.....
şimdilik nokta.....

Sunday, January 29, 2006

3melek...


bütün gün kendimi fiziksel olarak çok kötü hissettiğim o gün sürekli başım döndü, gözlerimi kapadığımda boşluğa düşüyorum hissine kapıldım....ve tüm gün beynime aralıklarla basınç saplandığını hissettim...hafif uyku hali....karamsarlık.....ben tüm bunları ofisde unuttuuğum ve 4 gündür içemediğim ilaca yormaya çabalarken ve internetten kullandığım ilaç hakkında araştırma yaparken!!!!
cuma akşamüstü gelen beklenemedik telefon-beklenmedik haber......büyük şok....
YIKILDIM!
aslında söylenecek pek fazla şey yok...sadece çok üzgünüm....her üzüntüde katmerlenen bir üzüntü....her üzüntü bi önceki üzüntünün dejavu'su....
annemin kader arkadaşını annemin yanına uğurladık.....cuma akşamı semra aradı ve acı haberi verdi....o cıvıl cıvıl kızın dudaklarından herzaman gençliğinin yaydığı enerji akışkan bi şekilde dökülürdü...ama cuma günü öyle olmadı....aslında o da söze nasıl başlayacağını bilemedi önce....böyle bir şeyi henüz kabullenemezken başkasına nasıl aktarabileceğinin kıyaslamasını telefonu açmadan öce düşünememişti....gerçi o an-şu an ve gelecek anlardan bi süre içinde; biri ya da bişey ya da dünya hakkında düşünmenin anlamsızlığını da anlayacak düşünmeye karar vereceği zaman...
puufffffff......
aslında yazmak istemiyorum...
bu konuyu da tıpkı diğerlerini yaptığım gibi yok saymak istiyorum....
oradan uzak olunca sanki o insanların hayatlarına devam ettiklerini düşünüp yaşamak kolay....gerçekten çok kolay.....unutuvermek .....burada kendi yaşantına yoğunlaşıp yeni koşmalar ve yoğunluklar yaratmak ve kendi içinde kaybolmak.....
HURİYE ABLA'yı kısa bi zamandır tanımama rağmen hayatımda önemli bir yeri olduğunu belirtmeden edemeyeceğim.....onu sadece 5 sene kadar tanıyorum ama hayatımızdaki ortak sıkıntı noktaları beni ve annemi bu tatlı ve iyiniyetli anne kıza yakınlaştırdı....aynı kanı paylaşıyormuşcasına sevdik birbirimizi....hatta aynı kandan olduklarımızı bile bu kadar sevmedik belki...
HURİYE ABLA annemin hastalığının aynısıyla mücadele ediyordu....yaşam tarzı olarak da benziyorlardı birbirlerine...ikisi de anne babaları tarafından gözbebeği edilmişti....ikisinin de biricik kızları vardı üzerine titredikleri.....HURİYE ABLA yıllar önce ANNEM 2 yıl önce aynı hastanede aynı ameliyatı geçirmişlerdi.......ikisinin de hayatlarındaki en baskın duygu:ÖLÜM KORKUSUydu.....her an her yerde olabilirdi bu....tıpkı bir saatli bomba taşımak gibi göğüs kafesinin içinde......can'ın tiktakları arttıkça ayrılış zamanı yaklaşıyordu.....ve bunun farkındaydılar....herkesden farklı olduklarının farkındaydılar.....herkese tanınan yaşam süresi hakkının onlara adaletsizce dağıtıldığının farkındaydılar.....o tiktakları dinleyerek geçti kısacık ömürcükleri......yakınlarıysa bu durumu yok sayarak yaşadılar....ve onlara normallermiş gibi davrandılar hep...ayırt etmediler ne kendilerinden ne de başkalarından.....çünkü kabullenmek istemediler.....
ANNEme ameliyat öncesinde de, ameliyat sırasında da, ameliyat sonrasında da en çok destek olan kişiydi O......
ve tabii bana da....
ANNEmi kaybettikten sonra da bana elinden geldiğince akıl vermeye çalışan, ANNEmin ve benim mutluluğumuz için öneriler sunan, sanki kendi problemleriymiş gibi bizimle ilgilenen en önemli insan diyebilirim.....
ben hala inanamıyorum....artık tepki bile veremiyorum....sadece.....çok üzgünüm....
şu gelinen son durumdaysa en çok semrayı düşünüyorum...o henüz oldukça küçük.....ve çocuksu...saf.......hernekadar bu olay olgunlaştıracak olsa bile.....neyse ki etrafında ona destek olacak bir çok akrabası var.....
onu kardeşim ilan ediyorum ve onun her türlü problemiyle ilgileneceğim hayatının her döneminde.....biz onunla aynı kaderi paylaşıyoruz.......
seni çok seviyorum ve çok özliicem sarı saçlı melek......eminim annem seni koruyacak.....tıpkı anneannemin annemi koruduğu gibi......
hayatıma giren 3 meleğe.....

Thursday, January 12, 2006

kendisi bi garip melek-ardına düşmeniz gerek

presenter....kendisini bi garip melek olarak tanımlayan bahsekonu kim?lik bu yazıtların ana karakteridir....kendisi pek mi pek kendi halinde olmakla birlikte bu kendi halindelik kendi seçimidir....aslına bakılırsa da etrafı birbirine hiç mi hiç benzemeyen bi kalabalık tarafından sarmalanmıştır.....kalabalık kendi içinde anlaşamasa da bigaripmelek tek tek hepsiyle aynı dili konuşabilme yeteneğine sahiptir......kendisi dairenin merkezinde durmakta olup kalabalık dairenin çeperini oluşturur ve o herkese eşit mesafede durur.........24 KASIM......

BAŞ:bigaripmelek o gün başına geleceklerden habersiz kapıdan dışarı adımını attı....sonradan farkına varacağı şey şuydu ki aslında adım hayata atılmıştı.....bi kez daha....çantasına kim?liğini, anahtarlarını, ikra'sını, gözlüğünü bi de umudunu koydu....çıkmadan önce akşamdan siyaha batırılmış kanatlarını beyaza dönüştürdü.....artık hazırdı.....

GÖBEK:iş görüşmesi: kafam sanki soru işereti çanağı....1 adım ....içeriye.....ve çanak kırıldı yavaşça....ve soru işaretleri eridi birer birer....ortam/ferah-aydınlık-beyaz-temiz-özenli-modern-evimsi......insanlar/akıllı-olgun-bilgili-nazik-anlayışlı-amaca yönelik-takım......iş/prestijli-rahat-kolay-gelişimime ve gelişimine açık.....kabul......onay....huzur......iç rahatlığı....gülümseme....akşam yemeği: gizli!dans gösterisi: ZEYNEP TANBAY DANS PROJECT.....5 yıl geçmiş ilkinden bu yana....Zeynep Tanbay'daki değişimler: müzikler aynı....sahne farklı.....koreografiler aynı......dansçılar farklı ve yeni.......bigaripmelekdeki değişimler: algı....duygu....dansa istekdeki farklılıklar....yorum.....

ETEK: bigaripmelek kanatlarının varlık nedenini hatırlamaya başladı ve onlara yeniden hareket katmak için start verdi...bi kaç deneme uçuşu....bi kaç yakın mesafeden sonra .....her şey artık daha güsel.....
en son ne zaman döküldü gözlerimdeki tuzlu su damlacıkları hatırlamıyorum.....artık acı hatırlayamadığım kadar uzak bi mesafede duruo.....sanki o hayatı yaşayan başka biri ve şimdiki ben yeni doğmuş.....
pozitif şeyler düşünüp her şeyin daha iyisi için çabalıorum artık.....bu bana uzun vadede hayalimdeki temiz ve modern hayatı sunuvericek ben farkında olmadan......

yazmayı unuttum....eski yaratıcılığımdan, hayal gücümden eser yok şu an....algılarım daha basite indirgiyor her şeyi....besleniyorum...uyuyorum....paylaşıorum....eğleniorum....çalışıorum......hepsi bu.....hayat bundan ibaret.....

Candaş'ı bulmalıyım.....Mekan'da dansa başlamalıyım.....Tan'ı takip etmeliyim.....Modern ve Jazz her ikisini de istiorum.....yaratıcı çevreme geri dönmeliyim......hayatıma çok şey kazandıran beni büyüten ve genişleten dansım.....bu aralar beynim bir an önce dans kursuna başlamaya odaklanmış durumda.....haftada 1 akşam dansa, haftada 1 akşam da yüzmeye gitmek istiorum.....ve bunu gerçekleştiricem......yapmak istediim her şeyi gerçekleştirdiim gibi.......İSTE VE SAHİP OL....

Wednesday, January 11, 2006

KANATLARIN HAVALANIŞI.......

her şey hiç olmadıı kadar güsellll

her şey hiç olmadıı kadar olması gerektiği gibi.....

her şey hiç olmadıı kadar aydınlık ve net....

yılbaşı kartına şunları yazdım: KARANLIK ODAMA GİRİP IŞIĞIMI YAKTIĞIN İÇİN TEŞEKKÜRLER....

sanırım durumu açıklamak için yeterli cümle......

yılbaşına onunla birlikte girdim....hayatımda geçirdiğim en güzel ve en eğlenceli yılbaşılardan biri oldu....zaten topu topu 3 tane yılbaşı eğlencem oldu....ve bu yıl ilk kez yalnız hissetmedim kendimi....gecenin başlangıcında oldukça gergin olmama ve birilerine karşı aşırı sinirli olmama rağmen sonralarında let gooo! dedim......ertesi gün de çok huzurlu geçti....sahilde kahvaltı...sonrasında yürüyüş......sonrasında fotoğraf kareleri yakalama yarışı.....pisiler.....arka bahçe.....minderler......gün bitimine doğru göz kapaklarının yerçekimine direnemeyişi......
tek kelimeyle keyiffffff.......


10.01.2006

fotoğraf çekimi.......
dans salonu görüntüleri.......melek bakışı ve meleklerin göbekleri......köşeye sıkışılmış.....rest.......

sonrasında da sinema:
DARK HORSE/TUTUNAMAYNLAR.......
hayalkırıklığına uğrasak da fena diildi.....ağır seyreden bi film.......baydık bi ara ama yine de güjeldi........mesnevi ciltlerini aldım......artık içim rahat......ajij'in önerdiği çeviriyle.......sonra da gloria'nın keyifli kahveleri.....


artık kaybedecek zaman yok.....artık boş geçen gün yok......yayılmış bi mutluluk var havada......bi uçuculuk.........bi köpüksülük.......bi beyazlık....bi tüysülük.......
artık hafifim.....
light side ............

artık padme'yim.......
sana tutunuyorum ve seni yukarı doğru çekiyorum......artık yükselicezzz.....birilikte.....boşlukta asılmışlık hissi silinip gitti beynimden......